19 Nis 2009

Psikolojik danışma Örnek İncelenmesi

Şişman Bir Hanım
Dünyanın en iyi tenisçileri oyunlarındaki zayıflıkları gidermek için günde beş saat antrenman yaparlar. Zen ustası sonsuz zihinsel sükunetin, balerin ise kusursuz dengenin ardına düşer ve bir rahip hiç durmadan vicdanını sorgular. Her mesleğin sınırları içinde, o mesleği uygulayanların mükemmellik arayabileceği bir olasılık bölgesi vardır. Bir psikoterapist için bu bölgeden, bu asla tamamlanıp mezun olunamayan bitmez tükenmez kendini düzeltme programından, meslekte kontr-transferans diye söz edilir.
Transferans ile hastanın hatalı biçimde terapiste bağladığı (--transfer ettiği--) ama gerçekte daha önceki ilişkilerden kaynaklanan duygular kastedilirken, kontr-transferans bunun tam tersi olan, yani terapistin hastaya karşı beslediği, benzer türde mantık dışı duyguları kapsar. Kimi zaman kontr-transferans çarpıcı boyutlardadır ve derinlemesine terapiyi olanaksız kılar: bir Yahudi'nin bir Nazi'yi ya da bir zamanlar cinsel saldırıya uğramış bir kadının bir cinsel saldırganı tedavi ettiğini düşünün. Ama daha ılımlı bir biçimde, kontr-transferans her psikoterapi sürecine kurnazca sokuluverir.
Betty'nin ofisime girdiği gün, yüz elli beş santimlik boyu, yüz yirmi kiloluk hantal gövdesiyle ofisimdeki modern ve zarif koltuğa doğru yöneldiğini gördüğüm anda, büyük bir kontr-transferans sınavının beni beklemekte olduğunu anlamıştım.
Şişman kadınlar bana hep itici gelmiştir. Onları iğrenç bulurum: gülünç badi badi yürüyüşlerini, bedenlerinin dış hatlardan yoksunluğunu - göğüslerin, kalçaların, omuzların, çene çizgilerinin, elmacık kemiklerinin, her şeyin, bir kadında görmek istediğim her şeyin bir et çığı içinde bulanıp gitmesini iğrenç bulurum.
Giysilerinden de nefret ederim - çuval gibi biçimsiz giysiler veya daha da beteri, fıçı gibi uyluklarını saran kaskatı fil gibi blucinler. Bu kadınlar o bedeni ne cesaretle gözümüze sokar gibi sergiliyorlar?Bu esef verici duyguların kaynağı mı? Araştırmayı hiç düşünmemiştim.
O kadar derinlere uzanıyorlardı ki onları bir önyargı gibi görmemiştim hiç. Ama benden bir açıklama istenseydi, herhalde yaşamımın ilk dönemini dolduran ve annemin de dahil olduğu - başrolü oynadığı - şişman, mütehakkim kadınlar ailesini gösterebilirdim. Ailemde sürekli bir hastalık olan şişmanlık, Amerika'da doğmuş gayretli ve hırslı bir ilk kuşak ferdi olarak benim Rus ştetl'ının (Ruslara özgü bir tür çizme. (Ç. N.)) tozunu ayağımdan sonsuza dek silkip atmaya karar verdiğim zaman geride bırakmak zorunda olduğum şeylerin bir parçasıydı.
Başka tahminlerde de bulunabilirim. Ben her zaman, belki pek çok erkekten daha fazla, kadın bedenine hayranlık duymuşumdur.
Hayır, yalnızca hayranlık duymak değil, onu her türlü nedenin ötesinde bir düzeye ve hedefe yüceltmiş, idealleştirmiş, karşısında adeta kendimden geçmişimdir. Şişman kadınlara, benim arzumun kutsallığına saygısızlık ettikleri, aziz tuttuğum her güzel çizgiyi şişirip kötüye kullandıkları için mi içerliyorum? Benim tatlı yanılsamamı sıyırıp atarak dibindeki eti - öfkeli, saldırgan eti - açığa çıkardıkları için mi?
Irk ayırımının belirgin olduğu Washington D.C.'de, bir zenci mahallesinin ortasındaki tek beyaz ailenin tek oğlu olarak büyüdüm. Sokaklarda siyahlar beyaz olduğum için, okulda ise beyazlar Musevi olduğum için saldırırdı bana. Ama neyse ki her zaman şişmanlık vardı, şişko çocuklar, koca popolar, dalga geçilenler, atletizm takımlarına en son seçilenler, atletizm pistini koşarak tamamlayamayanlar. Benim de nefret edecek birine ihtiyacım vardı. Belki de bunu orada öğrenmişimdir.
Tabii bu önyargımda yalnız da değilim. Kültürel pekiştirme her yerde var. Şişman bir hanım için kim nazik bir söz söyler?
Ama bendeki hor görme tüm kültürel normlara baskın çıkıyordu.Meslek hayatımın başlarında, hastalarımdan herhangi birinin işlediği en az iğrenç suçun tek ve basit bir cinayet olduğu bir azami güvenlik cezaevinde çalışmıştım. Yine de hastaları kabul etmekte, anlamaya çalışmakta ve onlara destek olma yolları aramakta pek güçlük çekmemiştim.
Ama şişman bir hanımı yemek yerken gördüğüm zaman insani anlayış merdiveninde birkaç basamak aşağı inerim. Yemeği önünden çekip almak isterim. Yüzünü dondurmanın içine bastırmak isterim.
--Tıkınmayı bırak artık! Yeterince yemedin mi allahaşkına?--
Çenelerini kapatıp telle bağlamak isterim!
Zavallı Betty, koltuğuma doğru masumca ilerleyip gövdesini yavaşça yerleştirirken, kıvrımlarına çekidüzen verirken ve ayakları tam yere değmeden oturduğu yerden başını kaldırıp bana umutla bakarken - çok şükür, çok şükür ki - bunların hiçbirini bilmiyordu.
Neden, diye düşündüm, ayakları yere değmiyor? O kadar da kısa boylu değil ki. Koltukta yüksekte oturuyordu, sanki kendi kucağında oturuyormuş gibiydi. Uylukları ve kalçaları çok şişkin olduğundan ayakları yere ulaşmak için daha uzun bir yol kat etmek zorunda kalıyor olabilir miydi? Bu bilmeceyi çabucak kafamdan sildim - ne de olsa bu insan benden yardım istemeye gelmişti.
Bir an sonra kendimi Mary Poppins filmindeki küçük şişman çizgi film karakterini - --supercalifragilisticexpialidocious-- şarkısını söyleyen kadını - düşünürken buldum, çünkü Betty bana onu anımsatıyordu. Bir gayret, onu da kafamdan sildim. Ve böylece sürüp gitti: onunla geçen tüm saat, ona dikkatimi bütünüyle verebilmek için kafamdan aşağılayıcı düşünceleri birbiri ardından silme egzersizinden ibaretti. Fantasia'da sihirbazın çırağı olan Mickey Mouse'un, dikkatimi çelen düşüncelerimi süpürüp uzaklaştırdığını hayal ettim ve sonunda dikkatimi Betty'ye vermek için o imgeyi de süpürüp uzaklaştırmak zorunda kaldım.
Her zamanki gibi, demografik sorularla başlayarak yönümü belirlemeye giriştim. Betty, yirmi yedi yaşında ve bekar olduğunu, merkezi New York'ta bulunan büyük bir mağazalar zincirinin halkla ilişkiler bölümünde çalıştığını ve yeni bir mağazanın açılışında yardımcı olmak üzere üç ay önce, on sekiz aylık bir süre için Kaliforniya'ya gönderildiğini söyledi.
Tek çocuk olarak Teksas'ta, küçük yoksul bir çiftlikte büyümüştü, babasının on beş yıl önce ölümünden beri annesi orada yalnız yaşıyordu. Betty iyi bir öğrenciydi, eyalet üniversitesine gitmiş, Teksas'ta bir büyük mağazada çalışmaya başlamış ve iki yıl sonra New York'taki şirket merkezine nakledilmişti. Kilosu her zaman normalin üstündeydi ama büyüme çağının sonlarında göze çarpacak derecede şişmanlamıştı. Aşırı rejimlerle 20-25 kilo kaybettiği birkaç kısa dönem dışında, yirmi bir yaşından bu yana doksan kiloyla yüz yirmi kilo arasında dolanıp durmuştu. Sadede gelip standart açış sorumu sordum:
--Derdin nedir?— (Genel Yedme-Konuşmaya Açık Davet)
--Her şey,-- diye yanıtladı Betty.
Hayatında hiçbir şey yolunda gitmiyordu. Hatta, dediğine göre, bir hayatı da yoktu. Haftada altmış saat çalışıyordu, Kaliforniya'da hiçbir arkadaşı, hiçbir sosyal hayatı, hiçbir faaliyeti yoktu. Hayatı, olduğu kadarıyla, New York'taydı ama şu anda naklini istemek, iş arkadaşları arasında popüler olmayışı nedeniyle zaten tehlikede olan mesleğinin sonu olurdu. Şirketi ona başlangıçta sekiz yeni elemanla birlikte üç aylık yoğun bir eğitim vermişti. Betty ne performansı ne de terfileri açısından o sekiz sınıf arkadaşı kadar başarılı olmayışı konusunda kaygılanıyordu. Dediğine göre banliyöde möbleli bir dairede, çalışmak, yemek ve on sekiz ayını doldurana dek günleri saymak dışında hiçbir şey yapmadan yaşıyordu.
New York'ta yirmi dört ay kadar süreyle gittiği bir psikiyatr olan Dr. Farber, onu antidepresan ilaçlarla tedavi etmişti. Betty ilaçları almaya devam ettiği halde pek bir yararını görmemişti: derin bir çöküntü içindeydi, her akşam ağlıyor, ölmüş olmayı diliyor, bölük pörçük uyuyor ve her zaman sabaha karşı dört beş sularında uyanıyordu. Evin içinde sıkıntılı sıkıntılı dolanıyor ve tatil günü olan pazarları hiç giyinmiyor ve bütün günü televizyonun karşısında tatlı şeyler yiyerek geçiriyordu. Bir hafta önce Dr. Farber'a telefon etmişti, o da benim adımı vererek danışmak için aramasını önermişti.
--Hayatında mücadele ettiğin şeyleri biraz daha anlat bana,-- dedim. (Genel Yedme-Konuşmaya Açık Davet)
--Boğazıma hakim olamıyorum,-- dedi Betty kıkırdayarak. Sonra,
--Boğazıma hiçbir zaman hakim olamadığımı söyleyebilirsiniz ama şimdi gerçekten olamıyorum,-- diye ekledi. --Geçen üç ay içinde yaklaşık on kilo aldım ve giysilerimin çoğuna sığamıyorum.--
Bu beni şaşırtmıştı, giysileri öylesine şekilsiz, öylesine sonsuz derecede esnek görünüyordu ki onların da ötesine geçilmesini hayal edemiyordum.
--Tam bu sırada gelmeye karar vermenin başka nedenleri?—(Genel Yedme)
--Geçen hafta baş ağrılarım için bir doktora gitmiştim, o da bana tansiyonumun tehlikeli derecede yüksek, 11-22 civarında olduğunu ve mutlaka kilo vermeye başlamam gerektiğini söyledi.
Altüst olmuş gibiydi. Onu ne kadar ciddiye alacağımı bilemiyorum.-- Kaliforniya'da herkes öyle sağlık delisi ki. Adam muayenehanesinde bile blucin ve koşu ayakkabılarıyla dolaşıyor.--
Betty bütün bunları neşeli bir sohbet havasında anlatıyordu, sanki başka birinden söz ediyormuş gibi, sanki ikimiz yağmurlu bir pazar öğle sonrası yatakhanede dedikodu yapan üniversite öğrencileriymişiz gibi. Beni de havaya sokmak için dürtmeye çalışıyordu. Fıkralar anlatıyordu. Şiveleri taklit etme yeteneği vardı; kalender Marin County doktorunun, Çinli müşterilerinin, Orta Batılı patronunun taklitlerini yapıyordu. Seans süresince yirmi kez gülmüş olmalıydı, onunla birlikte gülmeye zorlanmayı acımasızca reddedişim, görünüşe göre hiçbir şekilde şevkini kırmıyordu.
Bir hastayla tedavi bağlantısına girme işini her zaman çok ciddiye alırım. Birini tedavi için kabul ettiğim anda kendimi o insana destek olmaya hasrederim: hastanın iyileşmesi için gerekli olan bütün zamanı, bütün enerjiyi harcamaya ve en önemlisi, hastayla yakın ve yapmacıksız bir ilişki kurmaya.
Ama Betty ile bir ilişki kurabilir miydim? Açık söylemek gerekirse bana tiksinti veriyordu. Kat kat etlerin altındaki yüzünü bulabilmek için çaba harcamam gerekiyordu. Budalaca yorumları da aynı derecede can sıkıcıydı. İlk saatimizin sonuna geldiğimizde kendimi sinirli ve bezgin hissediyordum. Onunla yakınlaşabilir miydim? Yakınlaşmayı daha az istediğim tek bir insan bile düşünemiyordum.Ama bu Betty'nin değil benim sorunumdu. Meslekte yirmi beş yıl çalıştıktan sonra artık değişmemin zamanı gelmişti.Kontr-transferans sorunu Betty'nin şahsında bana meydan okuyordu ve işte bu tam nedenle orada ve o anda, onun terapisti olmayı önerdim.
Kuşkusuz tekniğini geliştirmeyi amaçlayan bir terapisti kimse eleştiremez. Ama, tedirgin bir merakla düşünüyordum, ya hastanın hakları? Yakışıksız kontr-transferans lekelerini ovup çıkarmaya çalışan bir terapistle kendi dallarında mükemmeli arayan bir balerin ya da Zen ustası arasında bir fark yok mudur? Ters vuruşla servis karşılama tekniğini geliştirmek başka şeydir, becerilerini kırılgan, tedirgin bir insanı incitme pahasına bilemeye çalışmak başka şeydir.
Bu düşüncelerin hepsi aklımdan geçti ama onların safdışı bırakılabileceğini düşündüm. Betty'nin, bana bir terapist olarak kişisel becerilerimi geliştirme fırsatını sunduğu bir gerçekti. Öte yandan, elde edeceğim herhangi bir gelişmeden gelecekteki hastalarımın yararlanacağı da bir gerçekti. Üstelik insanın hizmetindeki profesyoneller her zaman canlı hastalar üzerinde uygulama yapmışlardır.
Başka seçenek yoktur. Bir örnek verecek olursak, öğrencilerin klinik stajları olmadan tıp öğrenimi varlığını nasıl sürdürebilirdi?
Dahası, merak duygularını ve coşkularını karşılarındakilere aktaran sorumlu, acemi terapistlerin çoğu kez mükemmel terapi ilişkileri kurduklarına ve olgun bir profesyonel kadar etkin olabildiklerine her zaman tanık olmuşumdur.
İlişkidir iyileştiren, ilişkidir iyileştiren, ilişkidir iyileştiren mesleki tespihimdir bu benim. Bunu sık sık öğrencilere söylerim. Ve bir hastayla ilişki kurma yolu hakkında başka şeyler de söylerim -koşulsuz olumlu bakış, yargılamadan kabul, samimi bağlantı, duygudaşlığa dayanan anlayış. Fakat Betty'yi ilişkimiz aracılığıyla nasıl iyileştirebilecektim? Ne kadar içten, duygudaş, kabul edici olabilecektim? Ne kadar dürüst? Bana, ona karşı duygularımı sorduğunda nasıl yanıt verecektim? Umudum, Betty ile ben onun terapisinde (bizim terapimizde) ilerledikçe benim de değişmemdi. Şimdilik bana öyle geliyordu ki Betty'nin sosyal etkileşim tarzı, terapist-hasta ilişkisinin derinlemesine analizine gerek bırakmayacak kadar ilkel ve yüzeyseldi.
Betty'nin dış görünüşünün, kişiler arası ilişkilerdeki nitelikleriyle - yani birkaç şişman kadında rastlamış olduğum zihinsel çeviklik ya da katıksız canlılık gibi niteliklerle - bir şekilde dengeleneceğini gizliden gizliye umut etmiştim, fakat heyhat, bu gerçekleşmeyecekti.Onu daha iyi tanıdıkça, daha da sıkıcı ve yüzeysel buluyordum.
İlk birkaç seans boyunca Betty, işyerinde müşteriler, iş arkadaşları ve patronlarla ilgili olarak karşılaştığı sorunları sonu gelmez ayrıntılarla anlattı. Sık sık, için için homurdanmama karşın, özellikle basmakalıp bir konuşmayı, rollerden birkaçını oynayarak - bundan hep nefret etmişimdir - canlandırıyordu. Yine bezdirici ayrıntılarla, işyerindeki bütün çekici erkekleri ve onlarla birkaç cümle alışverişinde bulunmak için çevirdiği ufacık, dokunaklı dolapları anlatıyordu. Yüzeyin altına dalmak için benim tarafımdan gelen tüm çabalara direniyordu.
Başlangıçtaki geçici --kokteyl gevezeliğimiz-- yalnızca belirsiz bir biçimde uzayıp gitmekle kalmıyor, bu safhayı aşsak bile hep yüzeyde kalacağımıza - buluştuğumuz sürece kilolar, rejimler, ufak tefek iş yakınmaları ve bir aerobik sınıfına katılmama nedenleri hakkında konuşmaya mahkum olduğumuza - ilişkin güçlü bir duygu uyandırıyordu içimde. Tanrım, başımı nasıl bir derde sokmuştum ben?
Bu ilk seanslara ilişkin notlarımın her birinde şu tür cümleler vardı: --Sıkıcı bir seans daha--; --Bugün üç dakikada bir saate baktım--;--Ömrümde gördüğüm en sıkıcı hasta--; --Bugün neredeyse uyuyacaktım - uyanık kalmak için koltuğumda dimdik oturmak zorunda kaldım--; --Bugün neredeyse koltuğumdan düşecektim--.
Sert ve rahatsız bir sandalyeye geçmeyi düşünürken, birdenbire Rollo May'e terapiye gittiğim sırada onun dik arkalıklı tahta bir sandalyede oturma alışkanlığında olduğunu anımsadım. Bel sorunu olduğunu söylemişti ama daha sonra, onu gayet iyi tanıdığım yıllar boyunca bir bel sorunundan söz ettiğini hiç duymamıştım.Yoksa o da beni ...?
Betty Dr. Farber'dan hoşlanmadığını çünkü onun seans sırasında sık sık uyuyakaldığını söylemişti. Şimdi nedenini biliyordum! Dr. Farber'la telefonda konuştuğumda elbette bu şekerlemelerden söz etmemişti ama Betty'nin terapiden yararlanmayı öğrenememiş olduğunu kendiliğinden söylemişti. Betty'yi neden ilaca başlatmış olduğunu anlamak güç değildi; biz psikiyatrlar terapide bir ilerleme kaydedemeyince çoğu kez bu yola başvururuz.
Nereden başlamalı? Nasıl başlamalı? Tutunacak bir yer bulmaya çabalıyordum. Kilosunu konu ederek başlamak anlamsızdı. Betty terapinin kilo vermeyi ciddi olarak düşünebileceği noktaya gelmesine yardım edeceğini umduğunu ama şu anda bu noktadan çok uzak olduğunu derhal ve açıkça söylemişti.
--Moralim bu kadar bozuk olduğu zaman beni ayakta tutan tek şey yemek.--
Ama dikkatimi depresyonu üzerinde yoğunlaştırdığım zaman da, bunun şu andaki yaşam koşullarına uygun bir tepki olduğuna ilişkin ikna edici bir savunma yapıyordu. On sekiz ay boyunca gerçek yaşamından - evinden, sosyal faaliyetlerinden, arkadaşlarından - koparılıp Kaliforniya'nın kişisellikten uzak bir banliyösünde, küçük, möbleli bir eve tıkılıp kalınca, kim depresyona girmezdi?
O zaman onun yaşam durumu üzerinde çalışmasına yardım etmeye kalkıştım ama pek az ilerleme kaydedebildim. Betty'nin bir sürü yıldırıcı açıklaması vardı. Kolayca arkadaş edinemiyordu, dediğine göre hiçbir şişman kadın yapamazdı bunu. (Bu noktada ikna edilmeye ihtiyaç duymuyordum.) Kaliforniya'da insanların kendi dar klikleri vardı ve yabancılara açık değillerdi. Betty'nin sosyal ilişkileri yalnızca işyerindeydi ve orada da iş arkadaşlarının çoğu onun denetçi rolüne içerliyordu. Üstelik bütün Kaliforniyalılar gibi sörf ve paraşüt delisiydiler. Onu bunları yaparken görebiliyor muydum? Betty'nin bir sörf tahtası üzerinde yavaş yavaş sulara gömülmesi hayalini kafamdan silip haklı olduğunu teslim ettim - bunlar onun sporları değil gibi görünüyordu.
Soruyordu, başka ne seçenek vardı? Bekarlar dünyası şişman insanlar için çekilmez bir yerdi. Bu noktayı kanıtlamak için bir ay önceki bir çaresizlik randevusunu - ki yıllardır tek randevusu olmuştu bu - anlattı. Yerel bir gazete olan The Bay Guardian'ın kişisel ilanlar bölümündeki bir ilana yanıt vermişti. Erkekler tarafından verilen ilanların çoğu açık seçik bir biçimde --ince-- bir kadın belirlemesini yaptığı halde bir tanesi bunu yapmamıştı. Betty telefon edip George adında bir erkekle bir akşam yemeği için sözleşmişti.
George ondan saçına bir gül takmasını ve kendisiyle o civardaki bir restoranın barında buluşmasını istemişti. Betty'nin anlattığına göre, onu görür görmez George'un suratı asılmıştı ama gerçekten George olduğunu itiraf edip yemek boyunca da bir centilmen gibi davrandığı için sonsuza dek hakkını vermek gerekirdi. Betty George'dan bir daha hiç haber almadığı halde onu sık sık düşünüyordu. Çünkü geçmişte bu tür birkaç girişiminde, onu herhalde uzaktan görüp hiç konuşmadan çekip giden erkekler tarafından boşuna bekletilmişti.
Biraz çaresizlik içinde, Betty'ye yardımcı olma yolları aradım. Belki de (olumsuz duygularımı gizleme çabasıyla) kendimi fazla zorladım ve başka seçenekler önermek gibi acemice bir hata yaptım.Sierra Club'ı düşünmüş müydü? Hayır, uzun yürüyüşler için yeterince dayanıklı değildi. Ya da ona birtakım sosyal ilişkiler sağlayabilecek olan Overeaters Anonymous'u? (Bir araya gelip deneyimlerini ve umutlarını paylaşarak aşırı yeme hastalığından kurtulmaya çalışan kişilerin kurduğu bir dernek. (Ç. N.)) Hayır, gruplardan nefret ediyordu. Diğer öneriler de benzer bir akıbete uğradı. Başka bir yol olmalıydı.
Terapiye dayanan tüm değişimlerin ilk adımı sorumluluk yüklenmektir. Eğer insan içinde bulunduğu nahoş duruma ilişkin hiçbir sorumluluk hissetmiyorsa, o durumu nasıl değiştirebilir?
Betty'nin durumu tam tamına böyleydi: problemi tümüyle dışlıyordu. Onu kendi yaratmamıştı: iş nakli, ya da kısır Kaliforniya kültürü, ya da kültürel olayların eksikliği, ya da atletik sosyal manzara, ya da toplumun şişmanlara karşı takındığı berbat tavırdı sorumlu olan. Tüm çabalarıma karşın, Betty kendi mutsuz yaşam koşullarına kişisel bir katkısı olabileceğini kabul etmiyordu.
Ah evet, yemekten vazgeçip kilo kaybetse dünyanın ona farklı davranabileceğini düşünsel düzeyde kabul edebiliyordu. Ama bu ondan çok uzaktı, çok uzun vadeliydi ve yemesi de kendi denetiminin çok dışında gibiydi. Bunların yanı sıra, onu sorumluluktan kurtaran diğer savunmaları da sıralıyordu: genetik etkenler (ailesinin her iki tarafında da hatırı sayılır derecede şişmanlık vardı) ve şişman insanlarda - daha düşük metabolik taban hızlarından başlayıp önceden belirlenmiş, programlanmış, etkilenmesi hemen hemen olanaksız beden ağırlığına kadar uzanan - fizyolojik anormallikleri ortaya koyan yeni araştırmalar. Hayır, bu böyle olmayacaktı.Er geç onun kendi görünümü için sorumluluk almasına yardım etmek zorundaydım ama bunu şu anda başarma olanağını göremiyordum. Daha yakın ve dolaysız bir şeyle başlamak zorundaydım.Bildiğim bir yol vardı.
Bir psikoterapistin tek ve en değerli pratik aracı --süreç-- odağıdır.Süreci, içeriğin karşıtı olarak düşünün. Karşılıklı bir konuşmada içerik, söylenen asıl kelimelerden, tartışılan somut konulardan oluşur; oysa süreç, içeriğin nasıl ifade edildiği ve bu ifade tarzının konuşmaya katılan bireylerin ilişkisi hakkında neler ortaya koyduğudur.
Benim yapmam gereken, içerikten uzaklaşmak – örneğin Betty'ye basit çözümler bulmaya çalışmaktan vazgeçmek – ve dikkatimi süreç üzerinde - birbirimizle nasıl bir ilişki içinde olduğumuza - yoğunlaştırmaktı. Ve ilişkimizin bir tek belirgin niteliği vardı: can sıktntısı. İşte kontr-transferans tam bu noktada durumu karmaşıklaştırıyordu: Sıkıntının ne kadarının benim sorunum olduğunu, herhangi bir şişman kadınla ne kadar sıkılacağım konusunu berraklığa kavuşturmam gerekiyordu.
Bu durumda sakınarak ilerledim - çok fazla sakınarak. Olumsuz duygularım beni yavaşlatıyordu. Bu duyguları gözle görünür biçimde açığa vurmaktan çok korkuyordum. Daha çok sevdiğim bir hastayla asla bu kadar uzun bir süre beklemezdim. Kendimi harekete geçmek için dürtüyordum. Eğer Betty'ye yardımcı olacaksam duygularımı ayıklamak, duygularıma güvenmek ve onlara dayanarak hareket etmek zorundaydım.
Gerçek şuydu ki karşımda çok sıkıcı bir hanım vardı ve onu münasip bir biçimde bu gerçekle yüzleştirmem gerekiyordu. Başka her şey - şimdiki yaşantısında arkadaşsız oluşu, güç bir bekarlar ortamı, banliyölerin dehşeti - için sorumluluk almayı reddedebilirdi ama beni sıkmasının sorumluluğunu reddetmesine izin vermeyecektim.
Sıkıcı kelimesini söylemeye dilim varmıyordu - fazlasıyla belirsiz ve aşağılayıcıydı bu. Oysa benim kesin ve yapıcı olmam gerekiyordu. Kendime Betty'yi tam ne bakımdan sıkıcı bulduğumu sordum ve iki tane apaçık nitelik belirledim. Her şeyden önce, hiçbir zaman kendisiyle ilgili mahrem bir şey açıklamıyordu. İkincisi, şu lanet olası kıkırdaması, zoraki neşesi, gereğince ciddi olma konusundaki gönülsüzlüğü vardı.
Onu incitmeden bu niteliklerin farkına varmasını sağlamak güç olacaktı. Genel bir stratejide karar kıldım: temel konumum, benim ona daha çok yaklaşmak istediğim, ancak onun davranış özelliklerinin bunu engellediği şeklinde olacaktı. Davranışlarına ilişkin herhangi bir eleştiri bu çerçevede ortaya konulunca, kolay kolay gücenmeyeceğini düşünüyordum. Olsa olsa onu daha iyi tanımak isteyişime memnun olabilirdi. Onun kendisini açığa vurmayışından başlamaya karar verdim ve özellikle uyutucu bir seansın sonuna doğru ok yaydan çıktı.
--Betty, bunu senden niçin istediğimi daha sonra açıklayacağım, ama bugün yeni bir şey denemeni istiyorum. Bugün birlikte geçirdiğimiz saat boyunca kendini ne kadar açığa vurduğun konusunda kendine birden ona kadar bir not verir misin? On, hayal edebileceğin en önemli açıklama olsun, bir ise, diyelim ki sinemada kuyrukta beklerken yabancılara yapabileceğin türden bir açıklama olsun.--
Bir hata. Betty neden sinemaya tek başına gitmeyeceğini açıklamak için dakikalar harcadı. İnsanların hiç arkadaşı olmadığı için kendisine acıyacaklarını düşünüyordu. Yanlarında oturarak kendilerini sıkıştırması ihtimalinden duydukları dehşeti hissediyordu. Onun bir tek dar sinema koltuğuna sıkışıp sıkışamayacağını görmek için bakarlarken yüzlerinde beliren merakı, şaşkınlığı görüyordu. Konudan daha da uzaklaşmaya - konuşmayı uçak koltuklarına ve o kendi koltuğunu arayarak yürürken, oturan yolcuların yüzlerinin korkudan nasıl beyazlaştığına kadar yaymaya - başlayınca sözünü keserek isteğimi tekrarladım ve --bir-- notunu --işyerinde rasgele bir sohbet-- olarak tanımladım.
Betty kendisine bir --on-- vererek yanıtladı isteğimi. Çok şaşırmıştım.(bir --iki-- ya da --üç-- bekliyordum) ve bunu ona söyledim. Değerlendirmesini, bana daha önce kimseyle paylaşmadığı şeyleri söylediği gerekçesine dayanarak savundu: örneğin, bir defasında bir mağazadan bir dergi aşırmış olduğunu ve bir restorana ya da sinemaya yalnız gitmekten korktuğunu söylemişti.
Aynı senaryoyu birkaç kez yineledik. Betty muazzam risklere girdiği konusunda ısrar ediyor, ben de ona, --Betty,-- diyordum --sen kendine 'on' veriyorsun, ama bende hiç öyle bir duygu uyanmadı. Bana açılarak gerçek bir riske girdiğin duygusunu yaşamadım.— (Reddetme)
--Bunları hiçbir zaman kimseye anlatmadım. Örneğin, Dr. Farber'a.--
--Bunları bana anlatırken kendini nasıl hissediyorsun?— (Genel Yedme)
--İyi hissediyorum.--
--İyi dışında kelimeler kullanabilir misin? Bu şeyleri ilk kez söylemek ürkütücü ya da özgürleştirici olmalı!--
--Normal geliyor bu. Sizin profesyonelce dinlediğinizi biliyorum.Bir sakıncası yok ki. Kendimi normal hissediyorum. Ne istediğinizi bilmiyorum.--
--Benim profesyonelce dinlediğimden nasıl o kadar emin olabilirsin? Hiç kuşkun yok mu?--
Aman ha, dikkat! Vermeye hazır olduğumdan fazla dürüstlük vaat edemezdim. Benim olumsuz duygularımı ortaya sermemle asla başa çıkamazdı. Betty herhangi bir kuşkunun varlığını reddetti ve bu noktada Dr. Farber'ın onu dinlerken uyuyakaldığını söyleyerek benim kendisiyle çok daha ilgili göründüğümü de ekledi.
Ondan ne istiyordum? Kendi açısından pek çok şeyi açığa vuruyordu. Gerçekten bildiğimden emin olmam gerekiyordu. Açıklamalarının ne gibi bir özelliği vardı ki ben böyle kayıtsız kalıyordum? Birden fark ettim ki her zaman başka bir yerde, başka bir zaman olup biten şeyleri anlatıyordu. Kendisini, ikimizin paylaştığı şimdiki zamanda ortaya koyamıyor ya da koymak istemiyordu.Bu nedenle ona ne zaman burada-ve-şimdi yaşadığı duyguları sorsam, --Normal-- ya da --İyi-- gibi kaçamaklı yanıtlar veriyordu.
Betty hakkındaki ilk önemli keşfim bu oldu: bu kız umarsızca yalnızdı ve ancak asıl özel hayatının başka bir yerde yaşanmakta olduğu masalından güç alarak ayakta kalabiliyordu. Arkadaşları, tanıdık çevresi burada değil başka yerlerde, New York'ta, Teksas'ta, geçmişteydi. Aslında, önem taşıyan her şey başka yerdeydi.İşte ilk kez o zaman, Betty için orada da --burada—olmadığından kuşkulanmaya başladım.
Bir şey daha vardı: eğer bana daha önce kimseye açılmadığı kadar açılıyor idiyse, o zaman yakın ilişkilerinin niteliği neydi? Betty, kolaylıkla konuşulabilen biri olarak tanındığını söyleyerek yanıt verdi. Dediğine göre o ve ben aynı işi yapıyorduk: herkesin terapistiydi o. Pek çok arkadaşı olduğunu ama hiç kimsenin onu tanımadığını ekledi. Alameti farikası, iyi dinlemesi ve eğlendirici olmasıydı. Böyle düşünmekten nefret ediyordu ama klişe doğruydu: neşeli şişman kadındı o.
Bu doğal olarak Betty'yi sıkıcı bulmamın diğer önemli nedenine götürüyordu beni: Betty bana ihanet ediyordu - yüz yüze konuşmalarımızda hiçbir zaman gerçek değildi, tümüyle yapmacıktan ve sahte neşeden ibaretti.
--Neşeli olmak, ya da daha doğrusu öyleymiş gibi yapmak konusunda söylediklerin gerçekten ilgimi çekti. Sanırım benimle birlikteyken de neşeli olmaya kararlısın, kendini kesinlikle adamışsın buna.--
--Hmmm, ilginç bir teori, Dr. Watson.--
--Bunu ilk buluşmamızdan beri yapıyorsun. Bana umutsuzluk yüklü bir yaşamdan söz ediyorsun, ama bunu şen şakrak bir 'ne eğleniyoruz değil mi?' havasında yapıyorsun.- (Özetleme)
--Ben böyleyim işte.--
--Sen böyle neşeli olunca ben de senin ne kadar acı çekmekte olduğunu gözden kaçırıyorum ama.--
--Acının içinde yuvarlanıp durmaktan iyidir.--
--Ama buraya yardım almak için geliyorsun. Beni eğlendirmek senin için neden bu kadar gerekli?--
Betty kızardı. Karşı çıkışımla sarsılmış görünüyordu; gövdesinin içine gömülerek geri çekildi. Alnını minik bir mendille silip zaman kazanmaya çalıştı.
--Betty, bugün ısrarlı olacağım. Eğer beni eğlendirmeye çalışmaktan vazgeçseydin ne olurdu?— (Genel Yedme)
--Biraz eğlenmekte ne kötülük olduğunu göremiyorum. Neden her şeyi bu kadar ... bu kadar ... bilmiyorum ... her zaman öyle ciddisiniz ki. Hem, ben buyum, böyleyim ben. Neden söz ettiğinizi anladığımdan da emin değilim. Sizi eğlendirmemle neyi kastediyorsunuz?--
--Betty, bu çok önemli, şimdiye kadar girmiş olduğumuz en önemli konu bu. Ama haklısın. Önce tam olarak ne demek istediğimi bilmen gerekir. Senin için bir sakıncası yoksa, şu andan itibaren gelecekteki seanslarımızda sözünü kesip ne zaman beni eğlendirdiğini - bunun gerçekleştiği anda - gösterebilir miyim?--
Betty kabul etti - bunu kolay kolay reddedemezdi; şimdi elimin altında müthiş özgürleştirici bir araç vardı. Artık ne zaman kıkırdasa, budalaca bir şiveyle konuşsa, ya da beni eğlendirmeye veya bazı şeyleri hafife alıp dikkati dağıtmaya kalkışsa, anında tabii ona yeni anlaşmamızı anımsatarak) sözünü kesmeye iznim vardı.
Üç dört seans içinde Betty ilk defa olarak yaşamından hak ettiği ciddiyetle söz etmeye başlarken, --eğlendirici-- davranışları da ortadan kayboldu. Diğer insanların kendisiyle ilgilenmesi için eğlendirici olmak zorunda olduğunu düşünüyordu. Bu odada bunun tersinin geçerli olduğunu söyledim: beni ne kadar eğlendirmeye çalışırsa ondan o kadar uzaklaştığımı ve ilgimin azaldığını, hissediyordum.
Ama Betty başka nasıl olabileceğini bilmediğini söylüyordu: ondan tüm sosyal repertuarını kaldırıp atmasını istiyordum. Kendini açığa vurmak mı? Kendini açığa vuracak olursa ne gösterecekti? İçeride hiçbir şey yoktu. İçi boştu.. (Terapi ilerledikçe boş kelimesi giderek daha sık ortaya çıkacaktı. Psikolojik --boşluk--, yeme bozuklukları olanların tedavisinde sık rastlanan bir kavramdır.)
Bu noktada onu elimden geldiğince destekliyordum. Şimdi, diyordum, riske giriyorsun. Şimdi kendini açığa vurma cetvelinde sekize ya da dokuza yükseliyorsun. Farkı hissedebiliyor muydu?Çabucak kavramıştı. Bir uçaktan paraşütsüz atlıyormuş gibi bir korku hissettiğini söylüyordu.
Artık daha az sıkılıyordum. Saate daha seyrek bakıyor, seans sırasında ara sıra, eskiden olduğu gibi katlanmak zorunda olduğum dakikaları saymak için değil, yeni bir konuyu açmak için yeterli süre kalıp kalmadığını görmek için zamanı kontrol ediyordum.
Kafamdan Betty'nin görünüşü hakkındaki küçültücü düşünceleri silmem de gerekmiyordu. Artık gövdesine dikkat etmiyor, bunun yerine gözlerine bakıyordum. Hatta içimde ilk duygudaşlık kıpırtılarını da şaşırarak fark ediyordum. Betty gittiği bir barda iki cahil çiftçinin ona arkadan sokulup inek gibi böğürerek alay ettiklerini anlattığında onun adına müthiş öfkelenmiş ve bunu ona söylemiştim.
Betty'ye karşı yeni duygularım ona olan ilk tepkimi anımsayıp utanmama yol açıyordu. Hoşgörüsüz ve insanlık dışı bir tavırla bağlantı kurmuş olduğum bütün diğer şişman kadınları düşündükçe irkiliyordum.
Bütün bu değişimler ilerleme kaydettiğimize alametti: Betty'nin yalnızlığını ve yakınlık için duyduğu açlığı başarıyla ele alıyorduk.Ona, başka bir insanın onu tamamen tanıyabileceğini ve yine de sevebileceğini göstermeyi umuyordum.
Betty artık kesinlikle terapiye sardırmıştı. Seanslar arasında konuşmalarımız üzerinde düşünüyor, hafta boyunca benimle uzun hayali konuşmalar yapıyor, buluşmalarımızı sabırsızlıkla bekliyor ve iş gezileri randevularını kaçırmasına neden olduğunda öfke ve düş kırıklığı yaşıyordu.
Ama aynı zamanda anlatılamaz bir biçimde daha çok kederleniyor, daha fazla hüzün ve kaygıdan söz ediyordu. Bu gelişmeyi değerlendirme fırsatının üstüne atladım. Bir hasta ne zaman terapistle ilişkisine ilişkin belirtiler geliştirmeye başlarsa, o zaman terapi gerçekten başlamış sayılır ve bu belirtilerin araştırılıp soruşturulması da ana konulara giden yolu açar.
Betty'nin kaygısı, terapiye fazla bağlı ya da bağımlı olma korkusuyla ilgiliydi. Seanslarımız yaşamındaki en önemli şey haline gelmişti. Haftalık --dozunu-- almazsa ne olacağını bilmiyordu. Bana öyle geliyordu ki, benden değil bir --dozdan-- söz etmesi yakınlığa karşı hala direniyor olmasını gösteriyordu. Bu noktada yavaş yavaş onunla yüzleşmeye giriştim.
--Betty, senin için önemli olmama izin vermenin ne tehlikesi var?— (Genel Yedme)
--Emin değilim. Ürkütücü geliyor, size haddinden fazla ihtiyaç duyacakmışım gibi. Benim için hep orada olacağınızdan emin değilim. Bir yıl içinde Kaliforniya'dan ayrılmak zorunda olduğumu unutmayın.--
--Bir yıl uzun bir süre. Yani her zaman benimle olamayacağın için mi şimdi benden kaçıyorsun?--
--Biliyorum, anlamı yok bunun. Ama Kaliforniya konusunda da aynı şeyi yapıyorum. New York'u seviyorum ve Kaliforniya'yı sevmek istemiyorum. Burada arkadaş edinip burayı sevmeye başlarsam bırakıp gitmek istemeyeceğimden korkuyorum. Bir de, 'Neden zahmete gireyim?' gibi bir duygu yaşamaya başlıyorum.Burada o kadar kısa bir süre için bulunuyorum ki. Geçici dostlukları kim ister?--
--Bu yaklaşımın sakat tarafı, sonunda kendini insansız bir yaşamın içinde bulman. Belki de içindeki boşluk duygusu kısmen bundan kaynaklanıyor. Şöyle ya da böyle her ilişki bitmek zorunda.Ömür boyu garanti diye bir şey yok. Güneşin batışını görmekten üzüntü duyduğun için doğuşunu izlemekten zevk almayı reddetmek gibi bir şey bu.--
--Bunu böyle söylediğiniz zaman çılgınca görünüyor, ama benim yaptığım bu işte. Yeni bir insanla tanışıp ondan hoşlandığımda hemen ona veda etmenin nasıl bir şey olacağını hayal etmeye başlıyorum.--
Bunun önemli bir konu olduğunu ve ona tekrar döneceğimizi biliyordum. Otto Rank, yaşama karşı bu tutumu harikulade bir anlatımla özetlemişti: --Ölüm borcundan kaçınmak için yaşam kredisini reddetmek.--
Betty şimdi tuhaf bir paradoksa dayanan kısa süreli bir depresyona girmişti. Aramızdaki etkileşimin yakınlığı ve açıklığı onu canlandırıyordu; ama kendine bu duygunun tadını çıkarma izni vereceğine daha önceki yaşamının yakınlıktan ne denli yoksun olduğunun bilincine vararak hüzünleniyordu.
Bu durum bana önceki yıl tedavi etmiş olduğum bir başka hastayı - kırk dört yaşında, fazlasıyla sorumlu, vicdanlı bir doktor hanımı - anımsatıyordu. Bir akşam, bir karı koca tartışmasının ortasında, alışık olmadığı kadar çok içmiş, kendini kaybederek tabakları duvara fırlatmış ve attığı limonlu pastayla kocasını kılpayı ıskalamıştı. Kendisini iki gün sonra gördüğümde suçlu ve kederli bir hali vardı. Onu avutma çabasıyla, denetimi kaybetmenin her zaman bir felaket olmadığını anlatmaya çalışmıştım. Ama sözümü kesip benim yanlış anladığımı söylemişti: hiç suçluluk hissetmiyor, tersine denetimi elden bırakıp birtakım gerçek duygularını dışa vurmak için kırk dört yaşına kadar beklemiş olmasının pişmanlığını yaşıyordu. (Paylaştırma)
Yüz yirmi kilo olmasına karşın, yemesi ve kilosu hakkında Betty ile pek seyrek konuşuyorduk. Annesiyle ve yemesini denetlemeye çalışan diğer arkadaşlarıyla olan destansı (ve şaşmaz biçimde verimsiz) mücadelelerden çok söz etmişti. Ben bu rolden kaçınmaya kararlıydım; bunun yerine, yolundaki engellerin kaldırılmasına yardımcı olabilirsem Betty'nin bedenine özen göstermek için kendi isteğiyle harekete geçeceği varsayımına güveniyordum.
Şimdiye kadar, onun yalnızlığını ele alarak başlıca engelleri temizlemiştim: Betty'nin depresyonu dağılmış ve kendisine bir sosyal yaşam kurduğu için artık yemeğe tek doyum kaynağı olarak bakmamaya başlamıştı. Ama rejime başlama kararını verebilmesi, ancak kilo vermeye ilişkin kaygılarıyla yüzleşmesinden sonra gerçekleşecekti. Bu şöyle oldu: Betty birkaç ay terapi gördükten sonra, bireysel terapinin yanı sıra bir terapi grubunda da çalışırsa ilerlemesinin hızlanacağı kararına varmıştım. Bir defa, gelecekteki zorlu rejim günlerinde onu ayakta tutacak destekleyici bir topluluk kurmanın akıllıca bir şey olacağından emindim. Ayrıca, bir terapi grubu Betty'ye terapimizde ele almış olduğumuz kişilerarası sorunları - gizleme, eğlendirme ihtiyacı, verecek hiçbir şeye sahip olmadığı duygusu – araştırma fırsatı verecekti. Betty çok korkmakla ve başlangıçta önerime direnmekle birlikte, sonunda cesaretle razı olup ihtisasını yapmakta olan iki psikiyatrın yönettiği bir terapi grubuna girmişti.İlk grup toplantılarından biri hayli olağandışı bir seans olmuştu;Betty gibi bana bireysel terapiye de gelen Carlos (bkz. –Tecavüz Yasal Olsaydı...--), gruba şifa bulmaz bir kanser hastası olduğunu açıklamıştı. Betty'nin babası, Betty on iki yaşındayken kanserden ölmüştü; o zamandan beri Betty bu hastalıktan müthiş korkuyordu. Üniversitede başlangıçta tıp öğrenimi için hazırlık programını seçmiş, ama sonra kanser hastalarıyla temas korkusuyla bundan vazgeçmişti. (Teşvik)
O seansı izleyen birkaç hafta içinde, Carlos'la temas Betty'de o kadar fazla kaygı yaratmıştı ki onu birkaç acil seansta görmek zorunda kalmış ve gruba devam konusunda ikna etmekte güçlük çekmiştim. Baş ağrıları (babası beyin kanserinden ölmüştü), sırt ağrıları ve nefes darlığı gibi rahatsız edici fiziksel belirtiler peyda etmişti ve kendisinin de kanser olduğu saplantısı onu yiyip bitiriyordu.
Doktora gitme fobisi olduğundan (bedeninden duyduğu utanç nedeniyle fiziksel bir muayeneye pek seyrek izin veriyordu ve hiç nisai muayeneden geçmemişti) onu sağlığı konusunda rahatlatmak güç oluyordu. Carlos'un ürkütücü kilo kaybına tanık olmak, Betty'ye babasının şişman bir adamken on iki aylık bir süre içinde büzüşerek, kocaman kıvrımlarla dökülen pörsük bir deriyle sarılmış bir iskelete dönüşmesini izleyişini anımsatmıştı. Mantıksız bir düşünce olduğunu kabul etmekle birlikte, Betty babasının ölümünden beri kilo kaybının kendisini kansere karşı savunmasız bırakacağına inanmış olduğunun farkına vardı. (Paylaştırma)
Saç dökülmesi konusunda da çok duyarlıydı. Gruba ilk katıldığında, kemoterapi sonucu saçları dökülmüş olan Carlos bir yarım peruk takıyordu, ama gruba kanser olduğunu açıkladığı gün toplantıya dazlak haliyle gelmişti. Betty dehşete kapılmıştı; babasının dazlak hayali - beyin ameliyatı için tıraş edilmişti - geri gelmişti. Aynı zamanda kendisinin de daha önceki ağır rejimlerde hayli saç kaybına uğradığında ne kadar korktuğunu da anımsıyordu. (Paylaştırma)
Bu rahatsız edici duygular Betty'nin kilo sorunlarını büyük ölçüde şiddetlendirmişti. Yemek onun yalnızca tek doyum yolu olmakla, yalnızca boşluk duygusunu hafifleten bir yöntem olmakla kalmıyor, zayıflık yalnızca babasının ölümünün acısını anımsatmıyor, Betty aynı zamanda bilinçaltında, kilo kaybının kendi ölümüyle sonuçlanacağını da hissediyordu.
Betty'nin şiddetli kaygıları giderek yatıştı. Daha önce bu konuları hiç açıkça konuşmamıştı: belki salt bu boşalım onu rahatlatmıştı; belki kendi düşüncelerinin kendi üzerindeki büyüsel niteliğini tanıması, onun için yararlı olmuştu; belki de birtakım dehşet verici düşünceler, günışığında sakin, mantıklı bir biçimde konuşulunca duyarlıklarını yitirmişlerdi.
Bu süre boyunca Carlos özellikle yardımcı olmuştu. Betty'nin anne ve babası son ana kadar babasının hastalığının ciddiyetini yadsımışlardı. Bu tür büyük yadsımalar hayatta kalanlara her zaman çok zarar verir; Betty ne babasının ölümüne hazırlanabilmiş ne de onunla vedalaşma fırsatını bulabilmişti. Oysa Carlos yazgısına çok farklı bir yaklaşımın örneğini veriyordu: yürekli ve akılcıydı, hastalığına ve yaklaşan ölümüne ilişkin duygularını açıkça ortaya koyuyordu. Ayrıca Betty'ye karşı özellikle nazikti – belki onun benim hastam olduğunu bildiği için, belki Betty onun cömert (--herkesin bir kalbi var--) dönemine rastladığı için, belki de yalnızca şişman kadınlara her zaman zaafı olduğu için (bunu da, üzülerek söylüyorum ki, daima sapkınlığının fazladan bir kanıtı olarak görmüştüm).
Betty kilo kaybetme yolundaki engellerin yeterince kalktığını hissediyor olmalıydı, çünkü esaslı bir seferberliğin başlamak üzere olduğuna ilişkin su götürmez belirtiler sergiliyordu. Hazırlıklarının kapsamı ve karmaşıklığı konusunda hayrete düşüyordum.
Önce, benim çalıştığım klinikte bir yeme bozukluğu programına kaydoldu ve onların karmaşık bir bedensel araştırma (hala nisai muayeneyi reddediyordu) ve bir dizi psikolojik testi kapsayan zorlu protokolünü tamamladı. Sonra, evini yiyeceklerden – tüm teneke kutulardan, tüm paketlerden, tüm şişelerden - temizledi. Farklı sosyal faaliyetler için planlar yaptı: öğlen ve akşam yemeklerini saf dışı bırakmanın insanın sosyal takvimini zora soktuğunu söylüyordu. Bir dans grubuna (bu hanımda yürek var, diye düşündüm) ve haftalık bir bowling ligine katılması – söylediğine göre çocukluğunda babası onu sık sık bowlinge götürüyordu - beni hayli şaşırttı. Elden düşme bir egzersiz bisikleti alıp televizyonunun önüne koydu. Sonra eski dostlarıyla vedalaştı – son Granny Goose Hawaii usulü patates cipsi, son Mrs. Fields çikolatalı kurabiyesi, ve en zoru, son kez o incecik bal tabakasıyla kaplı yuvarlak çörekleri.
Hatırı sayılır bir iç hazırlık da vardı; Betty --iç kararlılığını topladığını-- söylemek dışında bunu anlatmakta güçlük çekiyor ve rejime başlamak için uygun zamanı bekliyordu. Ben sabırsızlanıyor ve kendimi, yürüyerek, pozdan poza girerek, homurdanarak kendini hazırlayan heybetli bir Japon sumo güreşçisinin hayaliyle eğlendiriyordum.
Ansızın, başladı! Bir sıvı Optifast rejimine girdi, hiç katı besin almıyor, her sabah kırk dakika bisiklete biniyor, her öğleden sonra beş kilometre yürüyor ve haftada bir kez bowlinge ve dansa gidiyordu. Yağlı kılıfı çözülmeye, cüssesi erimeye başladı. Kocaman sarkık et parçaları yerinden kopuyor ve sanki içtiği sıvılarla sürüklenip gidiyordu. Çok geçmeden kilolar dereler halinde akıp gitmeye başladı - haftada bir, bir buçuk, iki, bazen iki buçuk kilo.
Betty her seansa bir gelişme raporuyla başlıyordu: beş kilo verildi, sonra on, on iki, on dört. Yüz on kiloya, sonra yüz beşe, sonra yüze düştü. Şaşılacak kadar hızlı ve kolay görünüyordu bu iş. Onun adına çok seviniyor ve her hafta çabalarını var gücümle övüyordum. Ama o ilk haftalarda, içimden yükselen acımasız bir sesin de farkındaydım: --Aman Yarabbi, eğer bu kadar hızlı kilo kaybediyorsa, kim bilir şimdiye dek ne çok ziftlenmiş olmalı!--
Haftalar geçiyor, seferberlik sürüyordu. Üç ay sonra Betty doksan beş kilo geliyordu. Sonra doksan, yani başlangıç kilosundan otuz kilo az! Sonra seksen beş. Muhalefet sertleşiyordu. Bazen bir hafta aç gezip de bunu karşılayacak bir kilo kaybı olmayınca gözyaşları içinde ofisime geliyordu. Her kilo ona karşı koyuyor ama Betty rejimini bozmuyordu.
Korkunç aylardı bunlar. Betty her şeyden nefret ediyordu. Yaşamı bir işkenceydi - o iğrenç sıvı gıda, egzersiz bisikleti, açlık spazmları, televizyondaki şeytani McDonald's hamburger reklamları, ve kokular, her yerdeki kokular: sinemada patlamış mısır, bowling salonunda pizza, alışveriş merkezinde ayçöreği, Fisherman's Wharf'ta yengeç. Dünyada kokulardan arınmış hiçbir yer yok muydu? Her gün kötü bir gündü. Hayatında hiçbir şey ona zevk vermiyordu.Yeme bozukluğu kliniğindeki zayıflama grubunda diğerleri pes etmişti, ama Betty inatla asılıyordu. Ona olan saygım artmıştı.
Ben de yemek yemeyi severim. Çoğu kez gün boyu özel bir yemeği sabırsızlıkla beklerim ve iştahım kabardığında hiçbir engel beni Çin lokantasına ya da dondurmacıya gitmekten alıkoyamaz. Ama Betty'nin işkencesi sürdükçe, yerken suçluluk duymaya başladım - sanki ona ihanet ediyormuşum duygusuna kapılıyordum. Ne zaman bir pizza, bol soslu spagetti, salçalı bir Meksika yemeği veya çikolatalı pastayla dondurma, ya da Betty'nin sevdiğini bildiğim herhangi bir özel yiyeceği yemeye otursam aklıma Betty geliyordu. Onu, elinde konserve açacağı, önünde Optifast sıvısından oluşan akşam yemeğiyle düşündüğümde ürperiyordum. Bazen onun hatırı için ikinci porsiyonlardan vazgeçiyordum.
Tesadüfen bu dönemde ben de kendime tanıdığım üst ağırlık sınırını geçip üç haftalık bir rejime girdim. Rejimlerim esas itibarıyla dondurma ve patates kızartmasını kesmekten ibaret olduğundan, Betty'ye bir sempati orucunda onunla el ele verdiğimi pek söyleyemezdim. Ama yine de bu üç hafta boyunca onun yaşadığı yoksunluğu daha yoğun bir biçimde hissettim. Şimdi bana nasıl ağlaya ağlaya uyuyakaldığını söylediğinde etkileniyordum. İçinde, --Besle beni! Besle beni!-- diye uluyan aç çocuğu anlatırken içim sızlıyordu.
Seksen iki. Yetmiş yedi. Kırk üç kiloluk bir ağırlık kaybı. Artık Betty'nin ruh hali çılgınca değişiyordu ve ben onun için giderek daha fazla kaygılanıyordum. Ara sıra (özellikle daha küçük beden giysiler için alışverişe çıktığında) gurur ve coşku dolu kısa dönemler yaşıyordu, ama genel olarak öyle derin bir bedbinlik içindeydi ki tek yapabildiği her sabah kalkıp işe gitmekti.
Zaman zaman alınganlaşıyor ve bana birtakım eski yakınmalar getiriyordu. Onu başımdan atmak, ya da en azından yükü paylaşıp ondan kısmen kurtulmak için mi bir terapi grubuna havale etmiştim? Neden yeme alışkanlıkları hakkında daha çok şey sormamıştım? Ne de olsa yemek onun yaşamıydı. Onu sevmek yemesini sevmekti. (Aman dikkat, yaklaşıyor.) Tıp öğreniminin onun için mümkün olmayışının nedenlerini (yaşı, dayanıksızlığı, tembelliği, önceden alınması gereken derslerden az sayıda almış olması ve maddi sorunları) saydığında neden ona hak vermiştim?Olası bir meslek olarak hemşireliği önermemi küçümseyici bir davranış olarak gördüğünü şimdi söylüyor ve beni, --Bu kız tıp öğrenimi için yeterince zeki değil - bari hemşire olsun!—demekle suçluyordu.(Tavsiye)
Zaman zaman da huysuzlaşıyor ve gerileme belirtileri gösteriyordu.Örneğin bir defasında, terapi grubunda neden pasifleştiğini sorduğumda yalnızca ters ters bakmış ve yanıtlamayı reddetmişti. Kafasından tam ne geçtiğini söylemesi için sıkıştırınca da cansız ve tekdüze bir çocuk sesiyle, --Bir kurabiye vermezseniz sizin için hiçbir şey yapmam,-- demişti.
Bu çökkün dönemlerinden biri sırasında çok canlı bir düş görmüştü: İnsanların yasal olarak intihar etmeye gittikleri, Mekke gibi bir yerdeydim. Yakın bir kız arkadaşımla birlikteydim ama kim olduğunu anımsamıyorum. O, derin bir tünelden aşağıya atlayarak intihar edecekti. Ona cesedini bulup getireceğime söz verdim, ama sonra bunu yapmak için çevremde her çeşit ölü ve çürüyen gövdelerle bu korkunç tünelden aşağıya sürünerek inmem gerekeceğini fark ettim ve bunu yapamayacağımı düşündüm.
Bu düşe ilişkin çağrışımlar yaparken, Betty düşü gördüğü günün daha erken saatlerinde bütün bir gövdeyi silkip atmış olduğunu düşündüğünü söylemişti: kırk üç kilo kaybetmişti ve işyerinde yalnızca kırk üç kilo gelen bir kadın vardı. O sırada, kaybettiği --gövde-- için bir otopsi bağışı yapmayı ve bir cenaze töreni düzenlemeyi hayal etmişti. Betty bu dehşet verici düşüncenin, arkadaşının cesedini tünelden bulup getirme şeklindeki düş imgesinde yansıdığını tahmin ediyordu.
Düşün imgeleri ve derinliği, Betty'nin ne kadar yol katetmiş olduğunu kuşkuya yer bırakmadan anlatmıştı bana. Birkaç ay öncesinin kıkırdayıp duran yüzeysel genç kadınını anımsamak güçtü. Şimdi her seansın her dakikasında tüm dikkatimi ona veriyordum. Boş gevezeliğiyle beni ve benden önceki psikiyatrını öylesine sıkmış olan o kadından bu düşünceli, doğal ve duyarlı insanın çıkabileceğini kim hayal edebilirdi?
Yetmiş beş. Şimdi başka türlü şeyler de çıkıyordu ortaya. Bir gün ofisimde Betty'ye baktım ve ilk kez bir kucağı olduğunu fark ettim. Bir kez daha baktım. Hep orada mıydı acaba? Belki de artık ona daha çok dikkat ediyordum. Ama sanmıyordum: bedeninin dış çizgileri, çenesinden ayak parmaklarına kadar, pürüzsüzce küreseldi hep. Birkaç hafta sonra bir göğsün, bir çift göğsün kesin belirtilerini gördüm. Bir hafta sonra bir çene çizgisi, sonra bir çene, bir dirsek. Tümü oradaydı - bütün bu süre içinde, orada gömülü durumda, bir insan, hoş bir kadın vardı demek!
Başkaları da, özellikle erkekler, bu değişimi fark etmişlerdi ve artık sohbet sırasında ona dokunuyor, onu dürtüyorlardı. İşyerinde bir adam ona arabasına kadar yürüyerek eşlik etmişti. Kuaförü bedavadan bir baş masajı yapmıştı. Patronunun, göğüslerini süzdüğünden emindi.
Bir gün Betty, --Yetmiş iki,-- diye ilan etti ve bunun --bakir bölge-- olduğunu ekledi - yani lise yıllarından beri yetmiş üçün altına hiç inmemişti. Benim yanıtım - --bakir olmayan bölgeye—girme konusunda kaygılanıp kaygılanmadığını sormak - pek parlak bir espri olmamakla birlikte seks hakkında önemli bir tartışmayı da başlatmış oldu.
Betty her ne kadar canlı bir cinsel fantezi dünyasına sahiptiyse de hiçbir zaman bir erkekle bedensel bir teması olmamıştı – ne bir kucaklaşma, ne bir öpüşme, hatta ne de şehvetli bir el atma.Betty seksi her zaman şiddetle arzulamış ve toplumun şişmanlara karşı tavrının onu cinsel hüsrana mahkum etmesine öfke duymuştu. Ancak şimdi, cinsel davetlerin gerçekleşebileceği bir kiloya yaklaşırken, ancak şimdi, düşleri tehditkar erkeklerle (karnına kocaman bir derialtı iğnesi batıran maskeli bir doktor, karnındaki kocaman bir yaranın kabuğunu soyan kösnül bir adam) dolup taşarken, seksten çok korktuğunu fark ediyordu.
Bu konuşmalar bir ömür boyu erkekler tarafından reddedilmeye ilişkin acı yüklü bir anılar selini salıvermişti. Betty hiç çıkma teklifi almamış ve hiçbir okul dansına ya da partiye gitmemişti.Sırdaş rolünü çok iyi oynuyordu ve pek çok arkadaşına düğünlerini planlamada yardımcı olmuştu. Şimdi hemen hepsi evlenip gitmişti ve Betty seçilmemiş gözlemci rolünü sonsuza dek oynayacağını artık kendisinden gizleyemiyordu.
Çok geçmeden, seksten daha derinlere inip onun temel cinsel kimliğine uzandık. Betty babasının gerçekte bir erkek evlat istemiş olduğunu ve o doğduğunda sessiz bir düş kırıklığı yaşadığını duymuştu. Bir gece, yitirilmiş bir erkek ikiz kardeş hakkında iki düş gördü. Düşlerden birinde kendisi de kardeşi de kimlik rozetleri takmışlardı ve onları sürekli birbirleriyle değiş tokuş ediyorlardı. Bir başka düşte Betty onun işini bitiriverdi: erkek ikizi kalabalık bir asansöre güçbela sıkışıp biniyor, kendisi ise (hacmi nedeniyle) sığamıyordu. Sonra asansör düşüyor, bütün yolcular ölüyor ve Betty kardeşinin kalıntılarını ayırmaya çalışarak orada kalakalıyordu.
Başka bir düşte babası ona --O Bir Hanımefendi-- adlı bir at veriyordu. Betty ondan her zaman bir at istemişti ve düşünde yalnızca o çocukluk dileği gerçekleşmiyor, aynı zamanda babası onu resmen bir hanımefendi olarak vaftiz ediyordu.
Cinsel deneyim ve Betty'nin cinsel kimliği hakkındaki konuşmalarımız öylesine ıstırap veren bir boşluk duygusu ve o kadar çok kaygı yaratmıştı ki, Betty birkaç kez ölçüsüzce kurabiye ve çörek yemişti. Artık bir miktar katı besin alma izni vardı – günde bir öğün diyet TV yemeği - ama bu Betty'ye yalnız-sıvı rejimini uygulamaktan daha güç geliyordu.
Önünde tehditkar bir karaltı gibi beliren önemli bir sembolik işaret vardı - ellinci kilonun kaybı. Hiçbir zaman ulaşılamayacak olan bu özel hedefin güçlü cinsel anıştırmaları vardı. Bir defa, Carlos aylar önce Betty'ye yarı şaka yarı ciddi, elli kilo verdiği zaman onu bir hafta sonu Hawaii'ye götüreceğini söylemişti. Ayrıca Betty rejim öncesi zihinsel hazırlığının bir parçası olarak, elli kilo kaybettiği zaman, gazete ilanına yanıt verdiği kişi olan George ile temasa geçip onu yeni bedeniyle şaşırtmak ve onun centilmence davranışını cinsel lütuflarıyla ödüllendirmek için kendi kendine ant içmişti.
Kaygısını azaltma çabasıyla, ölçülü olması ısrarında bulunuyor ve sekse daha ılımlı adımlarla yaklaşmasını, örneğin, erkeklerle konuşarak zaman geçirmesini; kendini cinsel anatomi, cinsel davranışlar ve mastürbasyon gibi konularda eğitmesini öneriyordum. Okuması için kitaplar salık veriyor, bir hanım jinekoloğa gitmesi ve bu konuları kız arkadaşları ve terapi grubuyla araştırması için ısrar ediyordum. (Telkin ve Nasihat)
Bu hızlı kilo kaybetme dönemi süresince bir başka olağanüstü olay da cereyan ediyordu. Betty duygusal geriye dönüşler yaşıyor ve terapi seansının büyük bir bölümünü, gözyaşları içinde, irkiltici canlılıkta anılardan söz ederek geçiriyordu. Bunlar New York'a taşınmak üzere Teksas'tan ayrıldığı gün, ya da üniversite mezuniyeti, ya da annesine kendisinin lise mezuniyetine katılamayacak kadar çekingen ve korkak olduğu için duyduğu öfke gibi şeylerdi.
Önce bu geriye dönüşler ve onlara eşlik eden aşırı ruh hali değişmeleri düzensiz ve gelişigüzel olaylar gibi görünüyordu, ama birkaç hafta sonra, Betty bunların tutarlı bir düzen izlediğini fark etti: kilo kaybederken, yaşamının o belli bir kilodayken cereyan etmiş olan önemli sarsıntılarını ya da çözümlenmemiş olaylarını yeniden yaşıyordu. Bu durumda yüz yirmi kilodan aşağıya doğru inişi, onu zaman içinde geriye doğru fırıldak gibi göndererek yaşamının duygusal bakımdan yüklü olaylarından tekrar geçiriyordu: Teksas'tan ayrılıp New York'a gidiş (95 kilo), üniversite mezuniyeti (seksen altı kilo), tıp öncesi programı bırakma kararı (ve babasını öldüren kanserin tedavisini bulma düşünden vazgeçmesi) (81 kilo), lise mezuniyetindeki yalnızlığı - öbür kızları ve babaları kıskanışı, mezuniyet balosu için bir kavalye bulamayışı - (77 kilo), ortaokul mezuniyeti ve o mezuniyette babasının yokluğunu çok hissedişi (72 kilo). Bilinçaltının ne harika bir kanıtı! Betty'nin bedeni, aklının çoktan unutmuş olduğu şeyleri anımsamıştı.
Babasına ilişkin anıları, bu geriye dönüşlerin içine işlemişti. Ne kadar yakından bakarsak, her şeyin bizi ona, onun ölümüne ve Betty'nin o sıradaki ağırlığı olan altmış sekiz kiloya götürdüğünü o kadar açık bir biçimde görüyorduk. Betty o kiloya yaklaştıkça giderek kederleniyor ve zihni babasına ilişkin anılar ve duygularla dolup taşıyordu.
Çok geçmeden seansların tümünü babasından söz ederek harcamaya başladık. Her şeyi eşeleyip aydınlığa çıkarmanın zamanı gelmişti. Betty'yi anılara daldırdım ve babasının hastalığı, ölümü, onu hastanede son yoklayışındaki görünüşü, cenazesinin ayrıntıları, kendisinin cenazede giydiği giysiler, papazın konuşması, cenazeye katılan insanlar hakkında anımsayabildiği her şeyi dile getirmesi için teşvik ettim. (Teşvik)
Betty ile daha önce babası hakkında konuşmuştuk ama konuşmalarımız hiçbir zaman bu denli yoğun ve derin olmamıştı.Betty, kaybını daha önce hiç hissetmediği gibi hissetti ve iki haftalık bir dönem boyunca hemen hemen sürekli ağladı. Bu dönemde haftada üç kez buluştuk ve ona gözyaşlarının kaynağını anlaması için yardımcı olmaya çalıştım. Kısmen kendi kaybı için, ama büyük ölçüde babasının yaşamını bir trajedi olarak gördüğü için ağlıyordu: babası hiçbir zaman istediği (ya da Betty'nin onun için istediği) öğrenimi yapamamıştı, emekli olmasından hemen önce ölmüş ve özlediği serbestlik yıllarının tadını hiç çıkaramamıştı.Yine de, Betty'nin de dikkatini çektiğim gibi, babasının yaşantısına ve faaliyetlerine ilişkin anlattıkları - geniş ailesi ve sosyal çevresi, arkadaşlarıyla günlük tartışma seansları, toprak sevgisi, deniz kuvvetlerinde geçen gençliği, öğle sonraları balık tutması - onun kendisini tanıyan ve seven insanlar arasında yaşadığı dopdolu bir yaşamın resmini çiziyordu.
Babasının yaşamını kendisininkiyle kıyaslaması için ısrar ettiğimde, Betty kederinin bir kısmının yanlış yerde olduğunu fark etti: trajik biçimde amacına ulaşmamış olan, babasınınki değil kendi yaşamıydı. Öyleyse yasının ne kadarı kendisinin tüm gerçekleşmemiş umutları içindi? Bu soru Betty için özellikle acı yüklüydü, çünkü sonunda bir jinekoloğa gitmiş ve bir endokrin düzensizliği nedeniyle hiçbir zaman çocuk sahibi olamayacağını öğrenmişti.
Bu haftalar boyunca terapinin açığa çıkardığı acılar nedeniyle kendimi çok gaddar hissediyordum. Her seans bir ateşten gömlekti ve çoğu kez Betty ofisimden fena halde sarsılmış olarak ayrılıyordu.Şiddetli panik nöbetleri yaşamaya ve pek çok rahatsız edici düş görmeye başladı; kendi deyimiyle gecede en az üç kez ölüyordu. İlk gençlik döneminde, babasının ölümünden az sonra başlayıp ara ara tekrarlanan iki tanesi dışında, düşlerini anımsayamıyordu.Düşlerden birinde tuğlalarla örülüp kapatılmakta olan küçük bir hücrede felce uğramış bir halde yatıyordu. Öbüründe, başucunda yanan ve ruhunu simgeleyen bir mumla bir hastane yatağında yatıyordu. Alev söndüğü zaman öleceğini biliyor ve onun giderek küçülmesini izlerken kendini çaresiz hissediyordu.
Babasının ölümü hakkında konuşmak belli ki kendi ölümüne ilişkin korkuları uyandırmıştı. Betty'den ölüm konusunda ilk deneyimleri ve kafasında gelişen ilk kavramlar hakkında konuşmasını istedim. Bir çiftlikte büyüdüğü için ölüme yabancı değildi. Annesinin tavukları öldürmesini izler, boğazlanan domuzların cıyaklamasını duyardı. Dokuz yaşındayken büyükbabasının ölümüyle fevkalade sarsılmıştı. Annesinin dediğine göre (Betty bana bunu hiç anımsamadığını söylüyordu) anne ve babası ona yalnızca yaşlı insanların öldüğü yolunda temin etmiş ama Betty bu kez de haftalarca yaşlanmak istemediğini yineleyerek ve annesiyle babasına defalarca kaç yaşında olduklarını sorarak başlarının etini yemişti. Ama kendi ölümünün kaçınılmazlığına ilişkin gerçeği kavrayışı ancak babasının ölümünden kısa bir süre sonra olmuştu.O anı tam tamına anımsıyordu.
--Cenazeden birkaç hafta sonraydı, hala okula gitmiyordum.Öğretmen kendimi ne zaman hazır hissedersem o zaman dönmemi söylemişti. Daha önce dönebilirdim, ama o kadar çabuk dönmek doğru olmazmış gibime geliyordu. İnsanlar benim yeterince üzgün olmadığımı sanırlar diye tasalanıyordum. Evin arkasındaki tarlalarda yürüyordum. Dışarısı soğuktu - soluğumu görebiliyordum; toprak topaklandığı, kabarık saban izleri donduğu için yürümekte güçlük çekiyordum. Yerin altında yatan babamı ve onun kim bilir ne kadar üşüdüğünü düşünürken birdenbire yukarıdan gelen bir sesin bana, 'Sıra sende!' dediğini duydum.-- Betty durup bana baktı.
--Deli olduğumu mu düşünüyorsunuz?--
--Hayır, daha önce söylemiştim, öyle bir yeteneğin yok senin.-- (Güvence Verme)
Gülümsedi. --Bu hikayeyi kimseye anlatmadım. Hatta onu unutmuştum, bu haftaya kadar yıllardır unutmuştum.--
--Bana bu konuda güvenmeye istekli olduğunu bilmek hoş bir duygu. Anlattıkların önemli görünüyor. 'Sıradaki' olmak konusunda bir şeyler daha söyler misin?-- (Genel Yedme)
--Sanki babam artık beni korumak için orada değilmiş gibiydi.O bir bakıma benimle mezarın arasında duruyordu. O orada olmayınca sırada ben vardım.-- Betty omuzlarını kısıp ürperdi. –Bunu düşündüğümde hala ürktüğüme inanabilir misiniz?--
--Ya annen? Bütün bunların içinde o neredeydi?-- (Genel Yedme)
--Size daha önce de söylediğim gibi, gerilerde, ta geri planda.Yemek pişirir ve beni beslerdi - bu konuda gerçekten iyiydi -ama güçsüzdü, onu koruyan bendim. Araba kullanamayan bir Teksaslı'nın varlığına inanabilir misiniz? Ben araba kullanmaya on iki yaşındayken, babam hastalandığında başladım, çünkü annem korkuyordu.--
--O halde sana siper olan hiç kimse yoktu.-- (Tahlil)
--İşte o zaman karabasanlar başladı. Şu mum hakkındaki düş, onu en az yirmi kez görmüş olmalıyım.--
--O düş bana daha önce kilo kaybetme korkun hakkında, baban gibi kanserden ölmemek için kilolu kalmak gerektiği hakkında söylediklerini düşündürüyor. Mumun alevi şişman kalırsa yaşıyorsun.-- (Tahlil)
--Belki, ama biraz zorlama bir ilinti gibi görünüyor.--
Terapistin hemen atılıp bir yorum yapmasının, böyle iyi bir yorum bile yapsa anlamsız oluşuna iyi bir örnek daha diye düşündüm.Diğer herkes gibi hastalar da en çok kendilerinin keşfettiği bir gerçekten yarar sağlarlar. Betty devam ediyordu:
--Ve o yıl bir ara otuzuma varmadan öleceğim duygusuna kapıldım. Biliyor musunuz, galiba buna hala inanıyorum.--
Bu konuşmalar onun ölümü yadsıma mekanizmasını baltalıyordu. Kendini tehlikede hissetmeye başlamıştı. Her zaman – araba sürerken, bisiklete binerken, karşıdan karşıya geçerken – başına bir şey geliverecekmiş gibi tetikteydi. Ölümün kaprisli, uçarı niteliği kafasını meşgul ediyordu. --Her an gelebilir,-- diyordu, --onu en az beklediğim sırada.-- Babası yıllarca para biriktirmiş ve Avrupa'ya ailece yapacakları bir gezi planlamıştı ama hareket tarihinden kısa bir süre önce beyninde bir tümör çıkmıştı. O, ben, herhangi biri, herhangi bir anda devrilip gidebilirdik. Bir insan bu düşünceyle nasıl başa çıkardı, ben nasıl başa çıkıyordum?
Artık kendimi Betty'nin yanında tamamen –var olmaya—hasretmiş olarak, onun hiçbir sorusundan kaçınmamaya çalışıyordum.Ona ölümle uzlaşmada kendi çektiğim güçlükleri anlattım; ölüm gerçeği değiştirilemese de insanın ona karşı tavrının büyük ölçüde etkilenebileceğini söyledim. Gerek kişisel, gerekse mesleki deneyimlerim sonucunda, ölüm korkusunun daima yaşamlarını dolu dolu yaşamamış olduklarını hissedenlerde en fazla olduğu inancına varmış bulunuyordum. İşte iyi işleyen bir formül: yaşanmamış yaşam ya da gerçekleştirilmemiş potansiyel ne kadar fazlaysa kişinin ölüm kaygısı da o kadar büyük olur. (Kendini Açma)
Bana öyle geliyordu ki, Betty yaşamın içine girip dolu dolu yaşamaya başladığında ölüm dehşeti de - tümü değil, bir kısmı - kaybolacaktı. (Hepimizde ölüme ilişkin bir miktar kaygı kalır. Kendini tanımanın bedelidir bu.)
Bazen de Betty benim onu böyle marazi konular üzerinde düşünmeye zorlayışımdan kaynaklanan öfkesini dile getiriyordu.--Ne diye ölüm hakkında düşünelim? O konuda hiçbir şey yapamayız ki!-- Onun, ölüm gerçeği bizi mahvetse de ölüm fikrinin bizi kurtarabileceğini anlamasına yardımcı olmaya çalışıyordum. Bir başka deyişle, ölümün bilincinde oluşumuz yaşama farklı bir bakış açısı getirebilir ve bizi önceliklerimizi yeniden düzenlemeye teşvik edebilirdi. Carlos bu dersi öğrenmişti - ölüm döşeğinde hayatının kurtarılmış olmasından söz ederken demek istediği buydu.
Bana öyle geliyordu ki Betty'nin ölümün bilincine varmaktan, öğrenebileceği önemli bir ders, yaşamın şimdi yaşanması gerektiğiydi; süresiz olarak ertelenemezdi o. Betty'nin yaşamaktan kaçınma yollarını önüne sermek güç değildi: başkalarına bağlanma konusundaki isteksizliği (çünkü ayrılıktan korkuyordu); yaşamın çok büyük bir bölümünden dışlanmasına yol açan aşırı yemesi ve şişmanlığı; çabucak geçmişe ya da geleceğe kayarak yaşanan andan kaçınması. Bu örüntüleri değiştirmesinin kendi gücü dahilinde olduğunu savunmak da zor değildi - hatta değiştirmeye başlamıştı bile: o gün benimle nasıl bir ilişki içinde olduğunu düşünün!
Betty'yi yasının içine dalmaya teşvik ettim; bu duygunun her yönünü araştırıp dile getirmesini istiyordum. Tekrar tekrar aynı soruyu sordum:
--Kimin için, ne için yas tutuyorsun?--
--Sanırım aşk için yas tutuyorum,-- diye yanıtladı Betty. –Babam beni kollarında tutmuş olan tek erkekti. Bana beni sevdiğini söyleyen tek erkek, tek kişiydi. Bunun tekrar yoluma çıkacağından emin değilim.--
Bir zamanlar girmeye asla cesaret edemeyeceğim bir bölgeye girmekte olduğumuzu biliyordum. Bir yıldan az bir süre önce Betty'ye bakmanın bile benim için kolay olmadığını anımsamak güçtü. Bugün ona kesinlikle sevecen duygular beslediğimi hissediyordum.Bir yanıt bulabilmek için zorlandım, yine de vermek istediğimden azdı bu.
--Betty, sevilmek tümüyle şans ya da kader değil. Onu etkileyebilirsin - sandığından da fazla. Şimdi sevgiye birkaç ay önce olduğundan çok daha açıksın. Farkı görebiliyorum, hissedebiliyorum.Şimdi daha iyi görünüyorsun, daha iyi ilişki kurabiliyorsun, çok daha yaklaşılabilir ve ulaşılabilir durumdasın.-- (Güvence Verme,Cesaretlendirme)
Betty artık bana karşı olumlu duygularını daha çok açığa vuruyor, kendisinin bir doktor ya da psikolog olmasını ve ikimizin bir araştırma projesi üzerinde yan yana çalışmasını konu alan uzun hayallerini benimle paylaşıyordu. Benim kendisinin babası olmuş olabilmemi dilemesi, yasının ona her zaman çok azap çektirmiş olan son bir cephesine götürdü bizi. Babasına olan sevgisinin yanı sıra olumsuz duyguları da vardı: ondan utanıyordu; görünüşünden (aşırı şişmandı), hırs ve eğitim eksikliğinden, sosyal inceliklerden habersiz oluşundan utanıyordu. Bunları söylerken Betty çözülüp hıçkırıklara boğuldu. Bu konuda konuşmak öyle güç ki, diyordu. Çünkü kendi babasından utanıyor olmaktan çok utanıyordu.
Bir yanıt ararken ilk analistim Olive Smith'in otuz yılı aşkın bir süre önce bana söylediği bir şeyi anımsadım. (Sanırım bunu iyi anımsayışımın nedeni, onunla geçirdiğim altı yüz saat içinde bana söylediği tek uzaktan uzağa kişisel - ve en yararlı - şey oluşuydu.)Annem hakkında birtakım korkunç duyguları dile getirmiş olmak beni fena halde sarsmıştı ve Olive Smith kanepenin üzerine doğru eğilip tatlılıkla, --Bizim yaradılışımız böyle galiba,-- demişti. (Paylaştırma)
Sevgiyle bağrıma bastığım bu sözleri şimdi, otuz yıl sonra, bir armağan gibi Betty'ye aktardım. Yıllar onların onarım gücünü hiç aşındırmamıştı: Betty derin bir soluk verdi, sakinleşerek koltuğunun arkasına yaslandı. İyi eğitim görmüş yetişkinlerin eğitim görmemiş işçi ana babalarıyla ilişki kurmalarının ne kadar güç olduğunu şahsen bildiğimi de ekledim. (Kendini Açma)
Betty Kaliforniya'daki bir buçuk yıllık görev süresinin sonuna yaklaşıyordu. Terapiyi bırakmak istemiyordu ve şirketinden Kaliforniya'da kalma süresinin uzatılmasını istedi. Bu olmayınca Kaliforniya'da başka bir iş aramayı düşündü ama sonunda New York'a dönmeye karar verdi.
Terapiyi kesecek zaman mıydı bu - önemli konular üzerindeki çalışmaların tam orta yerinde ve Betty hala yetmiş kilo barikatının ötesinde konaklamış durumdayken! Önce zamanlamanın bundan daha kötü olamayacağını düşündüm. Ama daha düşünceli bir anımda, Betty'nin sınırlı zaman çerçevemize karşın değil, bu nedenle terapiye böyle derinlemesine dalmış olabileceğini fark ettim. Psikoterapide Carl Rogers'e ve ondan önce Otto Rank'a kadar uzanan ve önceden belirlenmiş bir bitiş tarihinin, çoğu kez terapinin etkinliğini artırdığını kabul eden uzun ömürlü bir gelenek vardır. Betty terapi süresinin sınırlı olduğunu bilmeseydi, örneğin kilo vermeye başlamak için ihtiyaç duyduğu iç kararlılığa ulaşması çok daha fazla zaman alabilirdi.
Üstelik, daha da ileriye gidip gidemeyeceğimiz hiçbir surette açık değildi. Terapinin son aylarında Betty ortaya yeni sorunlar çıkarmaktansa zaten açmış olduğumuz sorunları çözmeye daha çok ilgi duyuyor gibi görünüyordu. Terapiyi New York'ta sürdürmesini salık verip uygun bir terapistin adını önerdiğim zaman kaçamaklı davrandı ve devam edip etmeyeceğinden emin olmadığını, belki de yaptığı kadarının yeterli olduğunu söyledi. (Teşvik)
Betty'nin daha ileri gitmeyebileceğine ilişkin başka belirtiler de vardı. Aşırı yememekle birlikte artık rejim yapmıyordu. Dikkatimizi yetmiş iki kiloluk yeni ağırlığını korumak üzerinde yoğunlaştırdık ve bu amaçla Betty gardrobunu tamamen yeniledi.
Bir düş, terapideki bu kritik noktayı aydınlatıyordu: Boyacılar evimin dış pervazlarını boyayacaklardı. Ama çok geçmeden evin her tarafına yayıldılar. Her pencerede boya tabancalı bir adam vardı. Çabucak giyinip onları durdurmaya çalıştım.Evin dışını tamamen boyuyorlardı. Evin her yerinden, döşeme tahtalarının arasından ince dumanlar çıkıyordu. Yüzüne çorap geçirmiş olan bir boyacının evin içine boya püskürttüğünü gördüm.Ona yalnızca dış pervazların boyanmasını istediğimi söyledim.İçerisini ve dışarısını, her şeyi boyamak için emir aldığını söyledi. --Bu duman ne?-- diye sordum. Bakteriler olduğunu söyledi ve mutfağa girip öldürücü bakteriler ürettiklerini ekledi.Korkmuştum ve tekrar tekrar, --Ben yalnızca dış pervazları boyatmak istemiştim,-- deyip duruyordum.
Terapinin başlangıcında Betty gerçekten de yalnızca dış pervazları boyatmak istemişti ama sonra evinin derinliklerindeki yeniden yapılanma çalışmalarına doğru amansızca çekilmişti. Üstelik boyacı-terapist evinin içine ölüm - babasının ölümünü, kendi ölümünü - püskürtmüştü. Betty şimdi yeterince uzağa gitmiş olduğunu söylüyordu; durma zamanı gelmişti.
Son seansımız yaklaştıkça giderek artan bir rahatlama ve coşku hissediyordum - sanki sezdirmeden bir şeyden kurtuluyormuşum gibi. Psikoterapinin aksiyomlarından biri de, insanın bir diğerine beslediği önemli duyguların daima şu ya da bu kanaldan - sözlü değilse yazılı olarak - aktarıldığıdır. Anımsayabildiğim kadar uzun bir süredir öğrencilerime, bir ilişkideki önemli bir şeyin hasta ya da terapist tarafından sözü edilmiyorsa, o zaman başka hiçbir önemli şeyin de konuşulmayacağını öğretmişimdir.
Oysa bu terapiye Betty hakkında yoğun olumsuz duygularla başlamıştım - onunla hiç konuşmadığım ve onun hiç farkına varmadığı duygularla. Yine de kuşkusuz önemli konular konuşmuştuk. Kuşkusuz, terapide ilerleme kaydetmiştik. --İlmihali—çürütmüş müydüm? Psikoterapide --mutlak-- hiçbir şey yok muydu?
Son üç saatimizi Betty'nin yaklaşan ayrılığımıza ilişkin sıkıntıları üzerinde çalışmaya hasrettik. Terapinin en başında korktuğu şey başına gelmişti: kendini bırakıp bana derin duygularla bağlanmıştı ve işte şimdi beni kaybedecekti. Bana güvenmiş olmasının anlamı neydi? En başta söylediği gibiydi her şey: --Ne bağlanma, ne ayrılık.--
Bu eski duyguların yeniden ortaya çıkması beni yıldırmıyordu.Birincisi, terapinin sonu yaklaştıkça hastalarda geçici bir gerileme görülmesi kaçınılmazdır. (Demek mutlak olan bir şey var!) İkincisi, terapide sorunlar hiçbir zaman bir defada tümüyle çözülmez.Tersine, terapist ve hasta kaçınılmaz bir biçimde, öğrenilenleri düzeltmek ve pekiştirmek için tekrar tekrar geri dönerler - hatta tam da bu nedenle psikoterapi çoğu kez --sikloterapi-- diye adlandırılır.
Betty'nin umutsuzluğuna ve benden ayrıldığı anda tüm çalışmamızın sıfıra ineceği inancına odaklanıp ona gelişmesinin bende ya da herhangi bir dış nesnede yer almayıp kendisinin bir parçası, kendisiyle birlikte götüreceği bir parçası olduğunu anımsatmaya çalışıyordum. Örneğin, eğer bana güvenebilmiş ve daha önce hiç kimseye açılamadığı kadar açılabilmişse, o zaman bu deneyimi ve onu tekrarlama yeteneğini içinde taşıyordu. Bu noktayı kuşkuya yer bırakmadan anlatabilmek için son seansımızda kendimden örnek vermeyi denedim.
--Durum benim için de aynı, Betty. Buluşmalarımızı özleyeceğim.Ama ben de seni tanımamın sonucunda değiştim ...-- (Kendini Açma)
Betty, gözleri yerde, ağlıyordu ama sözlerimi duyunca hıçkırmayı kesti ve umutla bana doğru baktı.
--Ve bir daha karşılaşmayacak da olsak, o değişimi hep koruyacağım.--
--Ne değişimi bu?-- (Genel Yedme)
--Şey, sana sözünü ettiğim gibi ...ee ...şişmanlık sorununa ilişkin fazla bir mesleki deneyimim olmamıştı ...-- Betty'nin gözlerini düş kırıklığıyla indirdiğini fark ettim ve kişisellikten bu denli uzak bir tavır takındığım için kendimi sessizce azarladım.
--Yani, demek istediğim şu ki, daha önce kilolu hastalarla çalışmamıştım ve onların sorunlarını takdir etmede yeni bir ...--Betty'nin ifadesinden gitgide daha derin bir düş kırıklığına gömüldüğünü görebiliyordum. --Demek istediğim şu ki, şişmanlığa karşı tavrım çok değişti. Başladığımızda ben şahsen şişman insanların yanında kendimi rahat hissetmiyordum ...--
Betty olağanüstü aksi bir tavırla sözümü kesti. --Ho! ho! ho! 'Rahat hissetmiyordum' - bu pek hafif kalmıyor mu? İlk altı ay boyunca bana hemen hemen hiç bakmadığınızı biliyor musunuz?Ve tam bir buçuk yıl boyunca bana hiç - bir kez bile - dokunmadığınızı?El sıkışmak için bile!--
Yüreğim burkuldu. Tanrım, haklıydı! Ona gerçekten hiç dokunmamıştım.Farkına varmamıştım bunun. Ve sanırım ona pek sık bakmıyordum da. Dikkat edeceğini ummamıştım!
--Biliyorsun,-- diye kekeledim, --psikiyatrlar genellikle dokunmazlar hastalarına ...--
--Siz daha fazla yalan kıvırmadan ve burnunuz Pinokyo gibi uzayıp gitmeden sözünüzü keseyim bari.-- Betty benim kıvranışımla eğleniyor gibiydi. --Size bir ipucu vereyim. Hatırlarsanız ben Carlos'la aynı gruptayım ve biz gruptan sonra sık sık çene çalıp sizden söz ederiz.--
Eyvah, işte şimdi köşeye sıkışmıştım. Bunu beklemiyordum doğrusu. Carlos, şifa bulmaz kanseriyle, öylesine yalnızdı ve kendini öylesine dışlanmış hissediyordu ki özellikle iş edinip ona dokunarak destek olmaya karar vermiştim. Her seanstan önce ve sonra elini sıkıyor ve ofisimden ayrılırken genellikle elimi omzuna koyuyordum. Bir defasında, kanserin beynine atladığını öğrendiğinde ağlarken onu kollarımda tutmuştum.
Ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Betty'ye Carlos'un özel bir vaka olduğunu, buna ihtiyaç duyduğunu söyleyemezdim. Tanrı biliyor ya onun da ihtiyacı vardı buna. Kızardığımı hissettim. İtiraf etmekten başka seçeneğim olmadığını görüyordum.
--Ne diyeyim, kör noktalarımdan birine parmak basıyorsun!Şu bir gerçek - ya da daha doğrusu, gerçekti - ki, ilk buluşmaya başladığımızda bedenini itici buluyordum.--
--Biliyorum. Biliyorum. Pek incelikle gizleyemiyordunuz.--
--Söyle bana, Betty, madem ki bunu biliyordun - sana bakmadığımı ya da seninle rahat olmadığımı görüyordun - neden burada kaldın? Neden bana gelmekten vazgeçip başka birini bulmadın? Etrafta bir sürü psikiyatr var.-- (Güç bir durumdan kurtulmak için soru sormak gibisi yoktur! )
--Şöyle, en az iki neden düşünebiliyorum. Birincisi, unutmayın ki buna alışkınım. Daha fazla bir şey bekliyor değilim. Bana herkes öyle davranır. İnsanlar görünüşümden nefret eder. Hiç kimse bana dokunmaz. Kuaförüm başıma masaj yaptığında, hatırlarsınız, bunun için şaşırmıştım. Ve siz yüzüme bakmamakla birlikte, en azından söyleyeceğim şeylerle ilgileniyordunuz - hayır hayır, bu doğru değil - o kadar neşeli olmaktan vazgeçersem söyleyebileceğim ya da belki söyleyeceğim şeylerle ilgileniyordunuz. Aslında yararlı oluyordu bu. Hem uyumuyordunuz da. Bu bakımdan Dr. Farber'a kıyasla daha iyiydiniz.--
--İki neden olduğunu söylemiştin.-- (Genel Yedme)
--İkinci neden sizin neler hissettiğinizi anlayabilmemdi. Siz ve ben çok benzeşiyoruz. Beni Overeaters Anonymous'a gitmem için dürtüp durduğunuzu hatırlıyor musunuz? Başka şişmanlarla tanışmak - arkadaşlar edinmek, flörtler bulmak için?--
--Evet, hatırlıyorum. Gruplardan nefret ettiğini söylemiştin.--
--Ha, bu doğru. Gruplardan nefret ederim. Ama gerçeğin tümü bu değildi. Gerçek neden şu ki, şişman insanlara tahammül edemem ben. Midemi bulandırırlar. Onlarla birlikte görülmek istemem.Bu durumda aynı şeyleri hissettiğiniz için size nasıl yüklenebilirim?--
Saat artık bitirmek zorunda olduğumuzu söylediğinde ikimiz de koltuklarımızın ucundaydık. Alışverişimiz beni soluksuz bırakmıştı ve ona son vermekten nefret ediyordum. Betty'yi görmekten vazgeçmek istemiyordum. Onunla konuşmayı, onu tanımayı sürdürmek istiyordum.
Ayrılmak üzere ayağa kalktık ve ona elimi, iki elimi birden uzattım.
--Ah hayır! Hayır, kucaklaşmadan olmaz! Kendinizi bağışlatmanın tek yolu bu.--
Kucaklaştığımız zaman onu kollarımla tamamen sarabildiğimi fark ederek şaşırdım.
ŞİŞMAN BİR KADIN
SORUN DEĞERLENDİRMESİ 5W SORUSU
1) What is the problem ? : Problem ne ?
Betty küçüklüğünden beri kilo problemi yaşamaktadır.Küçük yaşlardan beri kilosu ortalamanın hep üzerinde olmuştur.Kimi zaman fazla kilolarından kurtulmak istemiş fakat yaptığı diyetleri hiçbir zaman tamamlayamamıştır.
Kilo problemine bağlı olarak yakın çevresi Betty ile iletişim kurmak istememekte, Betty yalnızlığa gitmektedir.Arkadaşı yoktur.Erkekler ondan kaçmaktadır.Bu yaşına kadar hiç erkek arkadaşı olmamıştır.Lise yıllarında arkadaşları onları dinlediği için Betty ile arkadaşlık kurmaktaydılar.
Betty’nin ayrıca doktorlara karşı özgül fobisi vardır.Hiçbir doktora gitmekten hoşlanmamaktadır.Sağlığı için bile gitmek istememektedir.
Betty herhangi bir kişiyle yakın olamamakta, birisine bağlanamamaktadır.Bu da sonunda o kişiden ayrılma korkusunun bir sonucudur.Ayrılmaktan korktuğu için kimseye bağlanamamaktadır.
Ayrıca Betty ölüm kokusu yaşamaktadır.
2) where is the problem ? : Problem nerede oluşuyor ?

Problem sağlığı için doktora gitmek istediğinde, iş yerinde ve sosyal hayatında, her daim olarak Betty’yi etkilemektedir.Betty yalnız olmadığı zamanlarda ortaya çıkmaktadır.Betty bunun kendisinden değil toplumdan kaynaklanan bir sorun olduğunu düşünmektedir.
3) When does the problem occour ? : Problem ne zaman meydan geldi ?
Problem Betty küçük yaşlardan beri devam etmektedir.Babasının o küçükken ölmesi etkilemiştir.Babası öldüğü zaman 68 kilo idi.Betty hiçbir zaman 68 kilodan aşağı inememiştir.
4)With whom the problem is the beter or worse ? Problem, kiminle beraberken artıyor ya da azalıyor ?
Problem iş yerinde ya da sosyal hayatında (sosyal hayatı sadece iş yeriyle sınırlı) insanlarla beraber iken olmaktadır.Yalnızken Betty kendisini rahat hissetme, insanlarla beraber olduğunda yoğun anksiyete yaşamaktadır.
5) Why does the problem occor ? : Problem niçin oluşuyor ?
Problem Betty’nin aşırı kilolu olmasından ve insanların kilolu olduğu için ondan uzaklaşması, iletişim kurmamaları nedeniyle oluşmaktadır.Kilolu olduğu için erkek arkadaşı ya da iş arkadaşı yoktur.
Detaylı bilgi tolamak için sorulması gerekenler :
1) Sıklık : Sosyal bir ortamda bulunduğu her zaman problem ortaya çıkmaktadır.

2) Şiddet ve yoğunluk : Betty sosyal ortamlarda bulunduğu zamanlarda,kalabalık ortamlarda, yalnız olmadığı zamanlarda problem ortaya çıkmaktadır.

3) Sayısı : Evi dışında ve yalnız olmadığı zamanlarda Betty korku yaşamakta ve kaygı duymaktadır.

4) Süresi : Kendisi yalnız olmadığı zaman boyunca bu problemi yaşamaktadır.


O halde

Fiziki Çevre : Betty işe giden fakat iş arkadaşları mecbur kalmadıkları sürece iletişim kurmak istemedikleri, genelde yalnız kalan birisidir.
Sosyal Çevre : Betty’nin sosyal bir çevresi yoktur.Kilolu olması nedeniyle kimseyle iletişim kuramamakta, insanlar ondan kaçmaktadır.Terapi gruplarına başlayana kadar ve özel olarak gruptan Carlos ile tanışması dışında bir sosyal hayatı yoktur.
Duygularımız ve duyumlarımız : Babasının ölümü Betty’yi derinden etkilemiştir.Babasının ölümü kanser nedeniyledir.Ve Betty bu nedenle tıp öğrenimini bırakmıştır.
Düşüncelerimiz :Aşırı kilolu olduğu için insanların ondan kaçtıklarını düşünmektedir.

Diğer Yararlı Sorunlar

1) Sorunun başlangıcı ve idamesi : Problem küçük yaşlarda başlamakla birlikte babasının ölümü üzerine derinleşmiştir.

2) Sorunun gidişatını etkileyen faktörler : Babasının ölümü, şehir değiştirmesi,terapistini değiştirmesi sorunun gidişini etkileyen sebeplerdir.

3) Yaşam alanları üzerindeki etkisi : Betty yalnız kalmıştır.Arkadaşı yoktur.

4) Niye Bugün geldi : Terapiye zaten geldiği şehirde devam etmekteydi fakat terapistinden memnun değildi.

5) Ne istiyor : Betty aslında dinlenilmek ve insanlarla iletişim kurmak, insanların ondan kaçmamalarını istiyor.

Diğer Bilgiler
Geçmiş tedavi : Betty kendisinin memnun olmadığı bir terapi almaktaydı.
Şimdiki sosyal durum: Bekardır ve insanlar onunla iletişim kurmaktan kaçınmaktadırlar.Sosyal bir çevresi yok denebilir.

Aile öyküsü: Babasını küçük yaşta kaybetmiştir.Annesi araba kullanamamaktadır.Bir çiftlik evinde büyümüştür.
Bireysel öykü : Betty orta yaşlıdır. Yalnızlık içindedir ve ölümden kokmaktadır.Bir işi vardır.

Bu seansta kullanılan teknik bana göre; varoluşçu akımdır.
Yalom’a göre:
“Varoluşçu psikoterapi bireyin varolmasından kaynaklanan endişelere odaklanan dinamik bir terapi yaklaşımıdır....
Varoluşçuluk öğretisine göre, evrende kendi varlığını kendisi yaratan tek varlık insandır. İnsandan başka tüm varlıklar, varoluşlarından önce yapılmışlar, biçimlenmişler, nitelik kazanmışlardır. insan kendini nasıl yapar, varlar ve değerlendirirse insan odur. Yaşama anlam veren insanın kendisidir. İnsan kendini varladığı için özgür ve sorumlu olmak zorundadır. Bu sorumluluk nedeniyle bunalım, sıkıntı, kaygı duyar. Varolma so-rumluluğundan doğan bu kaygı ve sıkıntı, insanın temel davranış ve eylem gücünü oluşturur.
Bu tedavi programında kişi hekimi ile eşit şartlar altında kendini anlamaya çalışır, patoloji olarak görülen bozuklukları anlamaya hayatını anlamlı kılmaya ve aktif bir üretkenliğe dönmeye çalışır.
Varoluşçu psikoterapistler arasından Victor Frankl'ın görüşlerine ve eklektik tarzına bakmakta yarar vardır. Ona göre;" Ego'yu tedavi etmek amacı ile O, eklektisizme yönelerek psikoterapi, davranış tedavisi, ilaç tedavisi, ve gevşeme egzersizlerini bir arada kullanmaya kadar işi ileri götürmüştür. Buna kendi yarattığı Logo terapi adlı yöntemi de eklemiştir. Bu yöntemin temel hedefi hastada az yada çok miktarda kaybolmuş olan egonun temel gücünü, yani iradeyi geliştirmektir. Frankl'a göre yaşamında artık anlam göremeyen bir kişi hastalanır, çünkü insan anlam yokluğunda varolamaz. Logo terapide anlama ve özneye saygı şu yönlerde ortaya çıkar. Varoluştaki kişisel amaç ve değerlerin keşfedilmesine engel oluşturan şeylerin analizi zorunlu olarak anlama çabasını ve öznelliğe saygıyı gerektirir. Ama logo terapi aynı zamanda iradeyi ve sorumluluk duygusunu uyandırmaya ve desteklemeye yönelik teknikleri de içerir" (Güleç,s:111,1993)
Her hasta farklıdır. Semptomların ifadesinde kullanılan dil her hasta için farklıdır. Hastaların ifadeleri ancak kendi içsel ve dışsal dinamikleri ile birleştirildiğinde anlam kazanır. Hastanın ruhunu anlamadan yapılan yaklaşım tarzları her zaman hatalıdır ve kişiyi yanlış sonuçlara götürür. Hastaya gerçekten yardımcı olmak istiyorsak tüm şahsi düşüncelerimizi bir tarafa bırakarak hasta gibi hissetme , onunla beraber düşünmek zorundayız. Hasta ile olan ilişkilerimizde , hastanın geçmişine kilitlenme değil , geçmişten günümüze intikal eden şu andaki sorunlara yoğunlaşmak gerekir. Geçmiş şu anda hastayı etkiliyorsa önemlidir. Her hekim az veya çok varoluşçu bir yaklaşım tarzını benimsemek zorundadır. Hastaların kendi dünyalarında bağımsız ve özgür bir fert olduğunu kavrayamayan , insan olarak onlara gerçekten değer veremeyen hiç bir yaklaşım tarzının fazla yararlı olamaz.
“Varoluş, özden önce gelir” ve her bir kimseye bir öz kazandırmayı sağlayacak özgürlükle özdeştir: “insan ne ise o değildir, ne olmuşsa o’dur.” İnsan kendini kendi yapar, daha önce kazandığı bazı belirlenimlerin el verdiği ölçüde kendine biçim verir,kendini oluşturur. Varoluşçuluğun Fransa’daki öteki temsilcileri de şunlardır:
A.Camus, Simone De Beauvoir, Merleau-Ponty ve hristiyan varoluşçu Gabriel Marcel.


Varoluşçuluğun ilkeleri:
1-Varoluş Özden Önce Gelir: “felsefe terimleri ile anlatmak istersek, diyebiliriz ki, her nesnenin bir varoluşu ve bir de özü vardır. Öz, bir nesnenin özelliklerinin değişmez bir bütünüdür; varoluşu ise evrenin içinde gerçek olarak bulunuşudur. Bir çok kimse, özün önce, varoluşun sonra geldiğine inanır; bu fikir, dinsel düşünceden ileri gelir; gerçekten, ev yaptırmak isteyen bir kimsenin, ne biçim bir ev yaptıracağını bilmesi gerekir. Burada öz varoluştan önce gelir. Bunun gibi, insanın tanrının yarattığını sanan kimseler de böyle düşünerek, tanrının bu işi, haklarında daha önceden sahip olduğu fikirlere bakarak yapacağı sonucuna varırlar. Tanrıya inanmayanlar ise aynı etkiden kurtulamayarak, bir nesnenin ancak kendi fikirleri ile uygun düşmesi durumunda varolabileceğini ileri sürerler. Bütün 18. Yy, “insan doğası” denen, herkeste ortaklaşa bulunan bir özün varlığına inanmıştır. Varoluşçuluğa göre ise insan da -ve sadece insan da- varoluş özden önce gelir.
“Bu kısaca şu anlama geliyor; önce insan vardır, şu ya da bu olması daha sonra gelir.” (J.P.Sartre, Action, 27 Aralık 1944).
Elbetteki biz, bizi insan türüne bağlayan, evrensel ya da türsel özümüzü yaratamayız; ancak, bize özgü olan, başka hiç kimse de bulunmayan bireysel özümüzü seçebiliriz. Bizim doğuştan ve özgül özümüz -“hayvan”-ve-“insan”- biz olmadan belirlenmiştir: biz insanız, işte o kadar. Bizim bireysel ya da somut özümüz sadece belli bir belirsizlik gösterir: Bizler insanız, ama hangi insan olacağız? İşte ancak bu sınırlar içinde özgüle açık bir kapı kalır.
Bununla birlikte seçme olanağının yeri gene de önemlidir. Bunu anlamak için, başlangıçla eş değer olan bireylerin seçmiş oldukları mesleklerin çeşitliliğine bakmak yeter. Bundan başka, içinde olduğumuz sınıfı, boyumuzu, zekamızı biz seçemezsek de hiç olmazsa, bu ham veriler karşısında takınacağımız tavır bize bağlıdır. Bir işçi, “bütün varlığı ile sınıfı tarafından koşullanmıştır...” ama, “arkadaşlarının durumuna ve kendi durumuna bir anlam vermek; devrimci, ya da sinik olmayı seçmesine göre, işçi sınıfına zafer ve kazanç sağlayan ya da aşağılık duygusu içine düşüren bir geleceği, özgür olarak tanımak gene onun elindedir.” Seçmediğim halde sakat olabilirim, ancak “sakatlığa bakış biçimimi seçmeden sakat olamam.” (onu çekilmez, küçük düşürücü, gizlenmesi gerekli sayılabilir, herkese açıkça gösterebilir, kıvanç konusu, başarısızlıklarımın nedeni, v.b olarak görebilirim.)
2-Sınırsız Özgürlük:
Her gün yaşantımız içinde yapmakta olduğumuz seçmeler ya da icatlar, en küçüğünden tutun da en büyüğüne kadar, saptadığımız ereklere, seçmesini kendimiz yapmış olduğumuz bir değerler hiyerarşisine bağlıdır. Bu ereklerin çeşitliliği yüzünden, beklenmedik toplu bir para, kimi tarafından gardrobunun eksiklerini tamamlamakla; kimi tarafından başına gelebilecek bir kazaya karşı yedek akçe olarak saklanmakla, kimi taraftan da eğlence yerlerinden de harcanarak kullanılır. “seçme, düşünüp taşınmaya bağlı değildir: düşünüp taşınmaya koyulduğumuz zaman, olan olmuş, iş işten geçmiştir.”
Ancak, ereklerimizi özgür olarak seçmiş bulunuyorsak da, hiçbir şey kaybolmuş sayılmaz: çünkü ereklerimiz seçmelerimizin tümüne de kumanda eder, bu yüzden, ereklerimizin özgür seçimi, özel kararlarımızın tümünün özgürlüğünü arkasında sürükler.
Varoluşa ilk vardığımız da ereklerimizi kesin olarak saptamadığımız ölçüde özgürlüğü de kurtarmış oluruz. Varolmayı sürdürdüğümüz ölçü de, ereklerimizi de ereklerimizi de seçmeyi sürdürürüz;çünkü özgürlük, bizim varoluşumuzun özüdür. Herhangi bir özel seçme dolayısıyla, daha önce yapmış olduğumuz seçmelerden biri karşımıza çıkabilir, bunun sonucu olarak, ona uygun bir biçimde alınmış her karar, onun bir yenilenmesi olarak karşılanabilir; nitekim, bütün istemli davranışlarımızı özgür olarak görmek hakkımız vardır; çünkü, onlara karar verirken kendilerini açıklayan erekleri de karara bağlarız.

3-Sorumluluk:
Sartre’a göre insanın sorumluluğu, sağ duyuya kalırsa, özgür olarak seçebildiklerinin çok daha ötesine geçer, hiçbir şey ona yabancı değildir: ne kişisel iç etkenliğimiz ne de dışımızdaki olaylar: ben herşeyden sorumluyum; “savaşı ben ilan etmişim gibi, savaştan sorumluyum.”
Sartre ne dersin desin Polonya’nın istilasından, Fransa’nın işgalinden, Stalingrad’ın yıkılmasından kendisini sorumlu tutamayacağı ortadadır. Ama kendisine bağlı olmayan bu olaylar karşısında, pekiala kendisine özgü bir tutum içine girmiştir; savaş içinde olan bir dünya da, özgür edimler ortaya atarak, bu dünya da olup biten her şeyin sorumluluğunu üstlenmiştir.
Ya da daha çok; “doğmayı ben istemedim denir hep; ama doğumum karşısında takınmış olduğum tavırla,” –utanç ya da kıvanç; iyimserlik ya da kötümserlik...-
4-İç Sıkıntısı:
Sartre, bağımsız kişiliğinde fikrin duyguyu bastırdığı bir aydındır, bu nedenle, sıkıntı ve umutsuzluğa, bunların bir Kierkegaard’ın yaşantısında ve düşüncelerinde,ya da bir G. Marcel’in yazılarında tuttuğu yeri vermez: İnsan tanrısal tüzüye inanırsa, işlemiş olduğu günahlarının düşüncesi, hiçlikten gelmek ve oraya dönmek düşüncesinden daha çok bir iç üzgünlüğü verir insana. Ona göre ise, iç sıkıntısı, seçmelerimizin kapsamından doğar.
“Herkes için geçerli bir kuralın varlığını benimseyen düşünürler, bu kuralı bir davranış kuralı olarak bellemekle sıkıntıya düşmekten kurtulurlar.”diye düşünür: bir pişmanlık ve dindarlık yaşantısını seçen bir Hıristiyan, Descartes örneği üzerine aklını yönetme tasarısı kuran bir akılcı, insanı duyarlığa indirgeyerek tadımı (hazzı) seçen Epikurosçu, kararlarını doğru ve iyi bellediklerine göre verir ve belli bir güvenlik içinde yaşarlar.

Hiç yorum yok: